Ünite 4: İslâm Hukukunun Kaynakları - Sorularla Öğrenelim

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
DELİLLER

1. İslâm hukuku açısından delil ne anlama gelmektedir?

Cevap: Delil, genel olarak, üzerinde doğru düşünmekle
doğrulanabilir veya yanlışlanabilir özellik taşıyan bir
sonuca ulaşılabilen şey şeklinde tanımlanır. Fıkıh
açısından söylenecek olursa, delille ulaşılmak istenen
haberi sonuç, ‘şer’î hüküm’dür. Üzerinde düşünüldüğünde
mesela bir eylemin doğru veya yanlış, gerekli veya yasak
olduğu yönünde yargıda bulunmaya imkan vermesi, delili
yöntemden ayıran temel özelliktir. Yöntem ise delil
üzerinde düşünmenin yollarını gösterir.

2. İslâm hukukunun dayandığı deliller nelerdir?

Cevap: İslâm hukukunda hükümlerin dayandırıldığı
deliller, en temelde yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı
Kerîm ile O’nun son elçisi olan Hz. Muhammed’in
Sünnetidir. Muhammed Ümmetinin bir şer‘i hüküm
üzerinde görüş birliği etmeleri anlamına gelen icmâ da bu
iki delile eklenir ve temel deliller üçe çıkmış olur. Kur’ân,
Sünnet ve İcmâ’ın İslâm hukukundaki hükümlerin
dayandığı en temel esaslar olduğu konusunda bütün
ekollerin görüş birliği vardır. Bunlar “aslî deliller” olarak
adlandırılır. Kelamcı usulcüler buna ıstıshâb’ı da dahil
ederler. Bizzat delil olmamakla birlikte bu üç delilden
biriyle irtibatlı olması veya bunlardan birinin kapsamında
yer aldığının düşünülmesi sebebiyle delil kabul edilen
şeyler de vardır. Aslî delillerin uzantısı veya eki görünümü
arzeden bu mülhak delillerin tanımı ve ne ölçüde delil
olabilecekleri konusunda İslâm hukuk ekollerinin
yaklaşımları ve kabulleri farklıdır. Aslî delillerin uzantısı
sayılan bu deliller şunlardır: Önceki şeriatler, sahabî sözü
ve Medine ehlinin uygulaması.

3. İslâm Hukukuna göre Asli deliler nelerdir?

Cevap:
• Kitab (Kur’ân-ı Kerîm)
• Sünnet
• İcmâ
• Istıshâb

4. Asli delillerden Kur’ân-ı Kerîm’in yeri nedir?

Cevap: İslâm hukukunun en temel kaynağı Yüce Allah’ın
kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Fıkıh usulü
terminolojisinde Kur’ân’ı ifade etmek üzere daha çok
Kitâb terimi kullanılır. Usulcülerin Kur’ân’ı ifade etmek
üzere Kitâb terimini kullanmaları, esasında Kur’ân’ı bir
yazılı metin olarak gördüklerini ima etmesi yanında, bütün
diğer delillerin bu ilk yazılı kaynağa bağlı olduklarını ve
bunun açılımını yaptıkları imasını da içinde taşır.

5. Mütevatir ne demektir?

Cevap: Kur’ân’ın nakline ilişkin temel özellik, onun
mütevâtir olarak (tevâtüren) nakledilmiş olmasıdır.
Tevatür, yalan üzerinde birleşmesi aklen imkansız olan bir
sayıdaki topluluğun yine kendileri gibi bir topluluktan
nakilde bulunması anlamına gelir ve Kur’ân nesilden
nesile bu şekilde nakledilmiştir. Tevatür şartı, Kur’ân’ın
hiç değişmeden, Hz. Peygamberin ağzından nasıl çıktıysa
o şekilde bize ulaştığı konusunu kesinleştirir. Diğer bir
ifadeyle tevatür şartı sebebiyle biz Kur’ân’ın hiçbir
değişikliğe uğramadan bozulmadan bize kadar ulaştığını
kesin olarak bilmiş oluruz. Çünkü bir haberin mütevatir
olarak nakledilmesi o haber hakkında bilgi (yakin) ifade
eder. Kitabın Allah’tan gelen bir vahiy olduğu ve ona
uymanın gerekliliği gibi konular ise doğrudan tevatürle
ilgili olmayıp farklı bir gerekçelendirmeye muhtaçtır.

6. Arapçadan başka bir dille namazda kıraat olur mu?

Cevap: Ebu Hanife’ye, namazda Arapça dışında bir dille
kıraat edilebileceğine, yani bir surenin Arapçası yerine
başka bir dildeki çevirisinin okunabileceğine dair bir görüş
nisbet edilmiştir. Bu nisbetin arkaplanında Ebu Hanife’nin
Kur’ân’ı, kelime kalıplarından soyutlanmış “salt anlam”
olarak tanımladığı yönündeki rivayet yatmaktadır. Kur’ân,
salt anlam/mana olarak tanımlandığı vakit, o ya da bu dil
kalıbına dökülmesi o kadar da önemli olmaz. Ancak
Hanefi usulcüler Kur’ân’ı ısrarla “nazmın ve mananın
ismi” olarak tanımlamışlardır. Hanefi usulcülerin
Kur’ân’ın “nazm ve mana” olduğuna dair vurguları, Ebû
Hanîfe’nin o görüşten döndüğü rivayetini güçlendiren bir
husus olarak değerlendirilir. Hanefi mezhebi dışındaki
diğer mezheplere göre namazda Arapçanın dışında bir
dille okumak asla caiz görülmezken, Hanefilerde bir
nedenle Arapça okumaya güç yetiremeyen kimsenin başka
bir dille kıraat edebileceği yönünde görüşler vardır.

7. Kur’ân-ı Kerîm’in tercümesinden hüküm çıkarılır mı?

Cevap: Tercümenin bir metnin anlamını olduğu gibi
yansıtması genel olarak mümkün görülmez. Çünkü
tercümede iki yönden hata söz konusudur. Bunlardan biri
anlama hatası, ikincisi de anlamı başka dile aktarma
sırasındaki hata. İki yönden hata ihtimali bulunan bir
metinde Allah’ın hükmünü aramak en azından işin
ciddiyetiyle bağdaşmaz. Bu bakımdan tercümeden hüküm
çıkarmanın sağlıklı bir yol olmadığı söylenebilir. Allah’ın
hükümlerini bilmenin, Arap diliyle indirilmiş olan
Kur’an’ın (ve Sünnetin) anlaşılmasına bağlı olduğu
noktasını göz önüne alan Fahreddin Razi gibi kimi
usulcüler Arap dilini öğrenmenin farz-ı kifâye olduğunu
ileri sürmüşlerdir.

8. Sünnet nedir?

Cevap: Sünnet fıkıh usulünde Hz. Peygamberin söz, fiil
ve takrirleri olarak tanımlanır ve rivayet açısından
mütevatir, meşhur ve ahad olmak üzere üç kısma ayrılır.

9. Mütevatir, Meşhur ve Ahad rivayetler ne anlama
gelmektedir?

Cevap:
• Mütevatir sünnet, yalan üzerinde birleşmeleri
düşünülemeyen bir sayıdaki topluluğun kendileri
gibi bir topluluktan naklettikleri sünnettir.
Sünnetin mütevatir olması onun Hz.
Peygamber’e ait olduğu ve değişmeden bize
kadar ulaştığı konusunda kesin bilgi ifade eder.

• Meşhur sünnet ise ilk tabakada ahad iken sonraki
tabakalarda mütevatirin niteliğine sahip olmuş
sünnettir. Meşhur sünnet, mütevatir gibi kesin
bilgi ifade etmemekle birlikte Hz. Peygamber’e
aidiyeti konusunda çok güçlü bir kanaat (ilm-i
tuma’nîne) ifade eder.

• Ahad sünnet ise, bütün tabakalarda tevatür
sayısına ulaşmayan kişilerce nakledilen sünnettir.
Ahad haberler (tekili: haber-i vâhid), bilgi değil,
belli düzeyde “zan” ifade eder. Haber-i vahidin
hüccet olduğu konusunda görüş birliği vardır.
Ancak haber-i vahidlerin kabulü konusunda
ekollerin birbirinden farklı kriterleri olduğu için
hangi haber-i vahidin sahih ve hüküm
çıkarılmasına elverişli olduğu konusunda
aralarında farklılıklar ortaya çıkmış, bir ekolce
sahih kabul edilen haberin başka bir ekol
tarafından zayıf kabul edilmesi gibi durumlarla
karşılaşılmıştır. Ekoller arasındaki görüş
farklılığın bir nedeni de budur.

10. İcma ne anlama gelmektedir?

Cevap: Fıkıh usulu terimi olarak icmâ, “Muhammed (s.a)
ümmetinden olan müctehidlerin O’nun ölümünden sonraki
herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde
görüş birliği etmeleri” biçiminde tanımlanır. İcmâ, esas
itibariyle, birçok müçtehidin şer‘î bir meselenin hükmüne
dair tek tek açıkladıkları görüşlerinin aynı noktada
buluşması yoluyla meydana gelir. Bu şekilde gerçekleşen
icmâ yanında bir de şer‘î bir mesele hakkında bir veya
birkaç müctehidin görüş belirtmesinden sonra o devirdeki
diğer müctehidlerin bu görüşten haberdar oldukları halde,
aynı yönde kanaat belirtmemekle birlikte inkar veya itiraz
beyanında da bulunmayıp susmaları suretiyle oluşan bir
icmâ daha vardır. Bu şekilde oluşan icmâ, sükûtî icmâ
olarak, birinci anlatılan şekilde gerçekleşen icmâ ise sarih
icmâ olarak isimlendirilir. Usulcülerin büyük çoğunluğuna
göre, sarih icmâ, kesin ve bağlayıcı bir kaynaktır. Sükûtî
icmâın bağlayıcı delil olup olmayacağı ise usulcüler
arasında tartışmalıdır.

11. İcamanın hükmü nedir?

Cevap: İcmâın hükmü, üzerinde icmâ edilen konunun
hükmünün yakinen sabit olup, inkarının küfrü
gerektirmesidir. Bu konuda getirilen gerekçeler, icmâın
hücciyyetini isbatta kullanılan gerekçelerdir. Ancak bu
hüküm icmâın bütün mertebeleri için geçerli değildir.

12. İcmanın mertebeleri nedir?

Cevap: Sağlamlık ve kesinlik derecelerine göre icmâ şu
şekilde sıralanır:
1. Sahabe icmâı,
2. Sonrakilerin, sahabenin ihtilafı bulunmayan bir
konudaki icmâı,
3. Sonrakilerin, sahabîlerin ihtilaf ettiği bir konuda
mevcut görüşlerden biri üzerinde icmâı. Bu icmâ
tartışmalı olup, bir asır içinde veya iki farklı
asırda değiştirilmesi mümkündür.
4. Gerçekleştikten sonra içlerinden birinin
vazgeçtiği icmâ. Bu tür icmâ da tartışmalıdır.

13. İcamanın işlevi nedir?

Cevap: İcmâın üstlendiği temel fonksiyon, başta dinin
sembolik ifade biçimleri olan ibadet ve ibadet içerikli
konular olmak üzere Hz. Peygamberin bütün alanlardaki
temel uygulamalarının tesbit edilip, koruma altına
alınmasıdır. İstikrarı sağlama ve sürdürme amacı yanında,
dinin tahrif ve tağyirinin önlenmesi düşüncesinden de
beslenen bu korumacı eğilim, icmâın, birinci ve temel
işlevini teşkil etmektedir. Bu işlev icmâın geçmişe yönelik
boyutudur. İcmaın bir de geleceğe yönelik boyutu
bulunmaktadır. O da herkesi bağlayıcı ortak karar alma
ihtiyacını karşılamaktır.

14. İcmâın işlevlerini sıralayınız.

Cevap:
• Muhafaza: İbadet ve ibadet içerikli konularda Hz.
Peygamber (sav)’den intikal eden ve sahabede
somutlaşan mevcut anlayış ve uygulamaları
korumak ve sürdürmek.

• Bağlayıcılık: Özellikle hukuk alanına ilişkin
olmak üzere, yeni karşılan problemlerde ortak ve
bağlayıcı karar alabilmek.

• Kamu otoritesini sınırlamak: Her iki işlevi
itibariyle de icmâın, aynı zamanda mevcut
anlayış ve uygulamayı, yöneticelerin değiştirme
girişimlerine karşı korumak suretiyle bir anlamda
onların otoritelerini sınırladığı da söylenebilir.

• Bazı usûl konularının meşruiyetini sağlamak:
Usulcülerin, icmâa özellikle sahabe icmâına
yükledikleri fonksiyonlardan birisi de, kıyasın
hüccet oluşu, haber-i vâhid ile amel gibi usulî
konuların meşruiyetini ispatlamak ve
temellendirmektir. Hz. Peygamberden sonra ilk
uygulayıcılar olarak onların tavırları ve ortak
kanaatleri, bazı usuli anlayışların temelini teşkil
etmektedir.

15. “Eşyada aslolan ibahadır” ilkesi ile “Berâet-i zimmet
asıldır” ilkesi ne anlama gelmektedir?

Cevap: Bir şeyden yararlanma veya bir davranışta
bulunma konusunda naslarda doğrudan bir düzenleme
yoksa veya kıyas, istihsan veya ıstıslah gibi mevcut
yöntemlerden biriyle bu hususta bir belirleme
yapılamıyorsa “eşyada aslolan mubahlıktır” prensibine
göre o şeyden yararlanmanın veya o işi yapmanın mubah
olduğu sonucuna ulaşılır. “Beraet-i zimmet asıldır” ilkesi
ise, aksi yönde bir delil bulunmadıkça herkesin suçsuz ve
borçsuz kabul edilmesi anlamındadır. Mesela alacaklı
olduğunu iddia eden kimse, bunu ispat edemediği takdirde
dâvâlının borçlu sayılması mümkün olmaz.

16. Mülhak Deliller ne anlama gelmektedir?

Cevap: İslâm hukukuçularının hüküm çıkarımında
başvurdukları bazı kaynaklar vardır ki bunlar üzerinde
dikkatlice düşünüldüğü vakit bunların bağımsız delil
olmaktan çok, Kur’an veya Sünnet’in veya her ikisinin bir
uzantısı mahiyetinde oldukları görülür. Bunlar, tam olarak
uzantısı oldukları delillerin kuvvet derecesinde
olmadıkları ve kabulü konusunda İslâm hukukçuları
arasında görüş ayrılığı bulunduğu için ayrı ele alınmaları
daha uygundur. Bu kaynaklar önceki şeriatler, sahabî sözü
ve Medine halkının uygulaması’dır (Ameli ehl-i Medîne).

17. Önceki Şeriatler (Şer’u Men Kablenâ) ne anlama
gelmektedir?

Cevap: Hz. Peygambere gelinceye kadar birçok
peygamber gelip geçmiştir. Sonra gelenin öncekini
neshettiği, ancak nesh işinin, din değil, şeriat hususunda
cereyan ettiği kabul edilir. Burada yapılan din ve şeriat
ayırımında din, bütün peygamberlerde ortak olan ve
değişmesi veya ortadan kalkması düşünülemeyen
hususları ifade eder. Dinlerin değişmeyeceği, ama
şeriatlerin değişime açık olduğu yönündeki ifadeler bu
durumu anlatır. Başta tevhid (Yaratıcının birliği) ilkesi ve
buna bağlı hususlar ile ahiret vb. konular din kapsamında
yer alır. Şeriat ise daha çok ibadetin veya hukukun konusu
olan davranışlara (amel) ilişkin olan hususları kapsar. Hz.
Muhammed’in getirdiği şeriat, önceki şeriatlerı neshettiği
için kural olarak o dinlerde yer alan ibadet ve hukuk
alanındaki hükümler Müslümanlar için geçerli ve
bağlayıcı değildir. Bu bakımdan İslâm hukukçuları Hz.
Muhammed’den önceki ilâhî dinlerin Kur’ân-ı Kerîm’de
veya Hz. Peygamber’in sünnetinde yer almayan
hükümlerine bir kaynak değeri atfetmemişlerdir.

18. Sahabe sözü nedir?

Cevap: Hadis bilginleri Hz. Peygamberi görmüş olan her
mümini sahabî olarak nitelerken fıkıh usulü bilginlerine
göre, örfen arkadaş denebilecek bir süre Hz. Peygamberle
birlikte bulunmuş kimseye sahâbî (çoğulu: sahâbe) denir.
Bu farklılık sahabî sözünün hüküm çıkarımında
kullanılması ihtimalini göz önünde tutan usulcülerin
titizliğinden kaynaklanır. Sahabî sözü, daha çok, bir
sahabînin herhangi bir konudaki görüşü, fetvâsı anlamına
gelir.

Sahabî sözleri sonrakiler açısından dört şekilde
ortaya çıkabilir:
• Sahabîlerin görüş birliği (icmâ),
• Sahabîlerin görüş ayrılığı (ihtilaf),
• Bir sahabînin, sahabe arasında biliniyor olmasına
rağmen bir muhalefetle karşılaşmamış sözü
(sükûtî icmâ)
• Bir sahabînin sahabe döneminde yaygınlık
kazanmayıp, sonraki dönemlerde yaygınlık
kazanan sözü.

19. Medine Ehlinin Ameli fıkıh açısından ne anlama
gelmektedir?

Cevap: Medine, Hz. Peygamberin hicretten itibaren
ömrünü tamamladığı şehirdir. Ahkam âyetlerinin büyük
çoğunluğu Medine döneminde inmiş ve şer‘i hükümlerin
tamamına yakını Medine’de belirlenmiştir. Medine halkı
bu süreci Hz. Peygamberle birlikte yaşamıştır. İşte İmam
Malik bu durumu dikkate alarak, Medine ehlinin
uygulamasına bir değer atfetmiş ve onu hüccet olarak
görmüştür. İmam Malik’in Medine ehlinin amelini hüccet
kabul ettiği yaygın olarak bilinmekle birlikte bunun
mahiyeti konusunda farklı değerlendirmeler
bulunmaktadır. Kimileri İmam Malik’in Medine ehlinin
amelini icmâ mesabesinde tuttuğunu söylerken, kimileri
başlıca icmâın Medine ehlinin icmâı olduğu görüşünü
Malik’e nisbet etmişlerdir. Bu konuda Medine
uygulamasını sünnetle irtibatlandırmaya çalışan
değerlendirmeler de bulunmaktadır.

YÖNTEMLER

20. Kıyas nedir?

Cevap: Sözlükte mukayese etmek, benzetmek, örneğine
göre yapmak gibi anlamlara gelen kıyas sözcüğü, terim
olarak değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Hanefi
usulcülerin tanımına göre kıyas ‘sırf dil yoluyla idrak
edilemeyen ortak bir illet sebebiyle asıldaki hükmü fer'e
de vermek (ta‘diye)’ demektir. Bir başka tanıma göre ise
‘İllet birliği sebebiyle asıldaki hükmün benzeri olan bir
hükmü fer’de isbat etmek’tir.

21. İstihsan nedir?

Cevap: İstihsan, sözlükte, güzel bulmak anlamına gelir.
Terim olarak ise değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Hanefi
usulcü ve fakih Serahsi istihsanın değişik tanımlarına
işaret etmektedir. Bunlar:
• Kıyasın bırakılıp insanlara en uygun olanı almak,
• Özel ve genel herkesin karşı karşıya kalıp
mübtela olduğu hususlarda hükümlerde kolaylığı
talep etmek,
• Genişliği almak, sıkıntılı olanı terk etmek,
• Müsamahayı almak, rahatlık taşıyanı istemektir.
Bu tanımların ortak noktası, kolaylığın alınıp
zorluğun terkedilmesi olup, bu husus dinde temel
bir prensiptir.

22. Istıslâh nedir?

Cevap: Istıslah, genel olarak maslahat-ı mürseleyi dikkate
alma, ona göre hüküm verme anlamına gelir. Maslahat,
asıl itibariyle, yararı sağlama (celb-i menfaat) veya zararı
gidermeden (def-i mazarrat) ibarettir. Gazzâlî, maslahatın
bu anlamının halkın amaçlarına göre olduğunu, kendisinin
ise maslahat sözüyle ‘Şer‘in amacını koruma’ anlamını
kastettiğini belirtir. Şer‘in insanlara ilişkin olarak amacı,
onların din, can, akıl, nesil ve mallarını korumak olmak
üzere beş noktada toplanabilir. İşte bu beş temelin
korunmasını içeren her şey maslahat, bu beş temeli
ortadan kaldıran her şey de mefsedet olup, bu mefsedetin
giderilmesi maslahattır. Kıyas konusunda geçen ‘münâsib
anlam’ deyimleriyle daha çok bu tür maslahat kastedilir.
İslâm bilginleri İslâm dinindeki hükümlerin, kulların
dünyevî ve uhrevî yararlarını sağlama amacını güttüğü
noktasında fikir birliği içindedirler.

23. Maslahatın türleri nelerdir?

Cevap: Maslahat, “mahiyeti ve gücü açısından” ve
“Şer‘in itibar edip etmemesi” açısından olmak üzere iki
açıdan taksime tutulmaktadır.

24. Mahiyeti ve gücü açısından maslahat türlerini
nelerdir?

Cevap:
• Zarûriyyât: Din ve dünya işlerinin varlığı için
zorunlu olan ve bunlar olmadığı takdirde fesat ve
kargaşanın doğacağı maslahatlardır. Beş aslın
yani din, can, akıl, nesil ve malın korunması,
zaruretler mertebesinde yer alır ve maslahat
mertebeleri içerisinde en güçlü olanı budur.

• Hâciyyât: Kolaylık sağladığı için ihtiyaç
duyulan, bulunmadığı takdirde genelde sıkıntı ve
güçlüklere yol açan maslahatlardır. Mesela denk
biriyle ve eşdeğer mehirle evlendirmek şartıyla
veliye küçükleri evlendirme yetkisinin tanınması
bu türden bir maslahattır. Veliye böyle bir yetki
verilmesinde herhangi bir zaruret yoktur. Fakat
kimi maslahatların sağlanması amacıyla buna
ihtiyaç duyulmuştur.

• Tahsîniyyât: Bir zaruret veya ihtiyaca ilişkin
olmamakla birlikte güzelleştirme, süsleme,
kolaylaştırma, gündelik ilişkilerde, âdet ve
muamelelerde en güzel yöntemlerin uygulanması
kabilinden olan konular ise tahsiniyyat
mertebesinde yer alır. Mesela temizlik ile ilgili
hükümler, avret yerlerinin örtülmesi, necis olan
şeylerin satımının yasaklanması, cihad esnasında
kadınların, çocukların ve din adamlarının
öldürülmemesi bu türden maslahatlardır.

25. Şâri’in dikkate alıp almaması açısından maslahatlar
nelerdir?

Cevap:
• Muteber maslahatlar: Şâri‘in dikkate aldığı ve o
doğrultuda hüküm düzenlediği maslahatlardır. Bu
tür maslahatlar hüccettir. Bu tür maslahat, esas
itibariyle, hükmü nassın anlamından (ma'kul)
iktibas etmek demek olan kıyasla ilgilidir. Diğer
bir ifadeyle kıyas işleminde bu tür maslahatlar
göz önünde tutulur. Mesela ‘Sarhoş edici her
içecek veya yiyecek, şaraba kıyasla haramdır.
Çünkü şarap, mükellefiyetin temeli olan aklı
korumak amacıyla haram kılınmıştır. Şer‘in
şarabı yasaklamış olması, bu maslahatı dikkate
aldığının delilidir’ şeklindeki hükümde, kıyas
işlemi Şâri‘in dikkate aldığı bir maslahat
ekseninde yapılmıştır.

• Mülğâ maslahatlar: Şâri‘in dikkate almadığı,
geçersiz saydığı maslahatlardır. Mesela şarap
elde edilmesin diye bağcılığın yasaklanması bu
türden, geçersiz bir maslahattır. Bu yüzden üzüm
yetiştirmenin cevazı yönündeki deliller, böyle
asılsız bir maslahata dayanılarak kaldırılamaz.

• Mürsel maslahatlar: Geçerli ya da geçersiz
kılındığına ilişkin muayyen bir nassın
bulunmadığı maslahatlardır. Usulcüler arasında
tartışma konusu olan maslahat, bu tür maslahattır.

26. Sedd-i Zerâi nedir?

Cevap: Zerâi‘, harama, kötü ve zararlı bir sonuca götüren
şey anlamındaki zerî‘a sözcüğünün çoğuludur. Sed, ise
kapamak, engel olmak, set çekmek anlamına gelir. Buna
göre sedd-i zerî‘a kötülüğe giden yolun kapatılması
demektir. Daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde
işletilen bir yöntemdir. Yasağa götüren şeyin de yasak
olması gerektiği ve yasağa götüren şeyin görünüşte caiz
olmasının, sonucun meşruluğunu garanti edemeyeceği
anlayışı üzerine temellenir. Sedd-i zerî‘anın, bir yönüyle,
hile-i şer‘iyyenin yaygın olarak işletilmesini sınırlama
amacına yönelik olduğu söylenebilir.