Giriş
Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamberin sözleri genel olarak
bir düzenleme içeren söz veya metin anlamında “nass”
diye isimlendirilir. Nasların sayıca sınırlı, hukuki ihtiyaç
ve sorunların sınırsız denilebilecek sayı ve çeşitlilikte
olması, bu sınırlı nasların, sınırsız ve çok çeşitli hayat
olaylarına nasıl yetişeceği, bu naslarda çözümü açıkça yer
almayan problemlerin nasıl çözüleceği sorusunu gündeme
getirmiştir. İşte ictihad, sınırlı nasların sınırsız hayat
olaylarına nasıl yeterli olacağı sorusunun cevabı olarak
ortaya çıkmıştır. İctihad her halükarda naslar üzerinden
yürütülen bir faaliyet olmakla birlikte esas itibariyle insan
aklının ve birikiminin devreye girdiği beşeri bir faaliyettir.
İctihadın Doğuşu ve Kavramsal Çerçevesi
İctihadın, fıkıh usulünün temel kavramlarından biri haline
gelip konu etrafında zengin doktriner tartışmaların
doğması mezheplerin teşekkül ettiği dönemdeki fıkhî
gelişmelerin ürünüdür. Hz. Peygamberin ictihad etmek
durumunda olmadığını, onun tüm sözlerinin vahiy
kaynaklı olduğunu savunanlar açısından ise ictihad
sürecinin gerçek başlangıcı vahiy sürecinin
tamamlanmasından sonradır.
Kimi usulcüler, Hz. Peygamber’in şer‘î hükümlere ilişkin
açıklamalarının tıpkı Kur’an gibi vahiy mahsulü olduğunu,
kimileri de re’y ve ictihaddan kaynaklanmasının mümkün
bulunduğunu ileri sürmüştür.
Anlam potansiyeli güçlü olsa bile naslar tamamlanmış
sınırlı açıklamalardan ibaretti. Bu noktada Kur’an ve
Sünnet’i, aktif ve dinamik hale getirmek üzere Hz.
Peygamberin beyan işlevine benzer bir işlevi üstlenecek
birilerine ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç, “re’y ictihadı”
kavramını gündeme getirdi. Re’y ictihadı kavramıyla ifade
edilen bu anlayışla birlikte teşrî‘ sürecine belli sınırlar
içerisinde akıl da katılmış oluyordu.
Başta Hulefây-ı Râşidîn olmak üzere ashabın ictihad
faaliyeti ülke coğrafyasının giderek genişlemesi, yeni ve
farklı problemlerin ortaya çıkışı, yabancı kültürlerin
etkileri gibi sebeplere de bağlı olarak tâbiîn ve tebe-i
tâbiîn dönemlerinde gelişerek devam etti; özellikle ehl-i
re’yin bu gelişime belirgin bir katkısı oldu.
Sünnî ekollerin kurucuları olan Ebû Hanîfe, Mâlik ve
Şâfiî, sahâbenin Kitap ve Sünnet’te bulamadığı hususlarda
re’ye başvurduğunu kabul etmişler ve sistemlerinde re’ye
yer vermede, sahâbe ve tâbiînde görülen farklılaşmayı
yansıtacak biçimde bir yelpaze oluşturmuşlardır. Sünnî
kesimdeki ictihad yanlısı bu gelişmeye karşılık Şîa’da
özellikle ilk dönemlerde dinde re’y ve ictihada
başvurmanın kabul edilmeyişi salt akîdevî bir temelden
ziyade tepkisel bir tavrın ürünüdür.
İctihadın Meşruiyetinin Temellendirilmesi
Sünnî, Mutezilî ve Şiî bütün fıkıh mezhepleri arasında
hükmün Allah’a ait olduğu, bütün hükümlerin insanların
maslahatlarını sağlamak için konulduğu, karşılaşılan her
olayın hükmünün naslarda doğrudan (nassen) veya dolaylı
biçimde (delaleten) bulunduğu ve din hususunda delilsiz
konuşmanın yanlış olduğu konularında görüş birliği
vardır.
Sünnî mezhepler, boyutu konusunda farklı düşünseler de
re’yin, daha sonraki kavramlaştırmasıyla ictihadın, dolaylı
olarak mevcut olan hükümlerin bulunup çıkarılmasının
yöntemi olarak kabulünü bir gereklilik olarak görürler.
Büyük ölçüde Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’in öncülük
ettiği ve geniş anlamıyla istihsân ve ıstıslâhın da dahil
olduğu re’y ictihadını İmam Şâfiî daraltarak ictihad
faaliyetini kıyasa eşitlemiştir.
Hükümlerin belirlenmesinde beşer aklına hemen hiç yer
vermeyen Zahirîler, özellikle İbn Hazm ise dinin
tamamlanmış olduğunu, dolayısıyla Hz. Peygamberin
teşrîî yetkisinin devam ettirilmesine ihtiyaç bulunmadığını
ve kıyasın Allah’ın emirlerine ilâvede bulunmak anlamına
geleceğini iddia etmiştir. Kimileri kıyasın meşruiyetini
aklın delâletiyle, kimileri de Kitab, Sünnet ve icmâ gibi
şer‘î delillerle ispat etmeye çalışmışlardır.
İctihad faaliyetinin bir tür beyan kabul edilmesi, bir
yandan ictihadla ulaşılan sonucun yeni bir şeriat ortaya
koyma olmadığını gösterirken, bir yandan da Hz.
Peygamber’e tanınan beyan yetkisinin ümmete, ümmetin
müctehidlerine intikal ettirilmesine zemin hazırlamaktadır.
İctihadın meşrulaştırılması sadedinde oluşturulan teorik
çerçevenin bir ayağını, müctehidlerin âyette itaat edilmesi
emredilen ulü’l-emr kapsamına dahil edilmesi, diğer
ayağını ise ictihad yoluyla hüküm elde etmenin Allah’ın
indirdiğiyle hükmetme anlamında olduğunun gösterilmesi
oluşturmaktadır. İctihadla ulaşılan sonuçlar dogmatik bir
içeriğe sahip bulunmayıp eleştiriye, kabul veya redde
açıktır.
İctihad şer’î hükme ulaşma çabasının teorik boyutu ve
metodolojisiyle ilgiliyken, iftâ (fetvâ verme) ve kazâ
(yargı) daha çok ulaşılan sonuçların uygulanması
boyutuyla ilgilidir. Farklı ictihadlar, teorik değer
bakımından birbirine eşit olmakla birlikte istikrarın
gerektirdiği durumlarda kamu otoritesinin mevcut
görüşlerden birini yürürlüğe koyabileceği kabul edilmiş ve
bu tercih diğer ictihadları mahkûm etme değil, tıpkı
ictihadî konularda hâkimin kararının önceki ihtilâfı
ortadan kaldırması şeklinde anlaşılmıştır.
Bir müftinin fetvâsı, onun şahsi görüşü olması nedeniyle
bağlayıcı değildir. O fetvâyı bağlayıcı hale getiren şey,
sizin bir ön araştırma sonucunda o fetvanın doğruluğuna
kanaat getirip tercih etmenizdir.
İctihadın Mahiyeti, Konusu ve Hükmü
İctihadın Anlamı: Yaygın tanımlardan birine göre ictihad,
“bir şer‘î hüküm hakkında bir kanaate (zan) ulaşabilmek
için bütün gücün harcanması” demektir. Bu çabayı
gösteren kimseye müctehid, hakkında ictihad edilen
konuya da müctehedün fîh (ictihadi mesele) denilir.
Tanımda yer alan “şer‘î hüküm” kaydı, aklî ve hissî
(duyusal) konuları tanım dışında bırakmayı amaçlar. Yine
tanımda yer alan “zan (kanaat)” kaydı dinin kat‘î
hükümlerinin bilinmesinin, burada incelenecek olan
ictihad yoluyla olmadığını anlatır.
Teknik anlamda ictihad, lafızların delalet ettiği anlamların
belirlenmesi faaliyeti demek olan “istidlal”den farklıdır.
İstidlal doğrudan dil ile dilin kuralları ile ilgili iken ictihad
daha çok anlamla, daha doğrusu anlam ekseninde hükmün
belirlenmesiyle ilgilidir.
İctihadın Türleri: Tarihsel tecrübedeki ictihad faaliyetini
tasvir eden en işlevsel bölümleme ictihadın “kurucu
ictihad” ve “mezhep içi ictihad” olmak üzere iki kısımda
değerlendirilmesidir.
Kurucu ictihad, Ebu Hanîfe, Mâlik ve Şâfiî gibi ekol
kurucu müçtehitlerin kendi zamanlarına kadarki bütün
birikimi eleyip seçerek bütünlüklü, kendi içinde tutarlı bir
yapının (mezhep/ekol) kurulmasıyla sonuçlanan ictihaddır.
Klasik literatürde ihtiyâr (seçme, seçip alma) terimiyle
ifade edilmiştir. Kurucu ictihad ekseninde, seçme
faaliyetinin tamamlanması ve ekollerin kurulması, artık
bireysel olarak bir kimsenin geriye dönüp yapılan genel
seçme faaliyetinden arta kalan her hangi bir hadis veya
sahabi sözüne tutunmasının önünü de kapatmış olmaktadır
(ictihad kapısının kapanması).
Mezhep içi ictihad ise ekolleşme sürecinin sonucunda her
bir ekol mensubu fakihin kendi ekol sistematiği içerisinde
yaptığı ictihaddır. Mezhep içi ictihadın önü kapatılmamış,
daima açık tutulmuştur. İkili tasniflerdeki mutlak
müctehid, müstakil müctehid veya şeriatta müctehid
terimleri, büyük ölçüde kurucu ictihad faaliyetinde
bulunan Ebu Hanîfe, Mâlik, Şâfiî gibi müçtehitleri ifade
eder. Çoğu Şâfiî ve Hanbeli usulcünün katıldığı anlayışa
göre mukayyed, müntesib müctehit kapsamında yer alan
müctehitler ise şu şekilde sıralanır:
1. Hüküm ve delilde mezhep imamını taklid
etmeyip sadece ictihad ve fetvâ hususunda onun
metodunu izleyen ve onun mezhebine davet eden
müctehid (mutlak müntesip müctehid).
2. İmamının usulünü ve kurallarını aşmaksızın
müstakil olarak delili takrir edebilen, tahrîc ve
istinbata muktedir olan müctehid (ashâbü’lvücûh).
3. Vücûh sahiplerinin seviyesine ulaşamamış,
bununla birlikte fakîhü’n-nefs olan, imamın
mezhebine vâkıf, delilleri tanıyan, delilleri ortaya
koyup destekleyebilen müctehid.
4. Mezhebi öğrenip nakletmek ve anlamakla meşgul
olan kişi.
Hanefîler tarafından “tabakâtü’l-fukahâ” başlığı altında
yapılan ilk ve bilinen tek derecelendirme mutlak
müctehid, mezhepte müctehid, mesâilde müctehid,
ashâbü’t-tahrîc, ashâbü’t-tercîh, ashâbü’t-temyîz ve
mukallid şeklindedir. Bu tasvire göre de mutlak müctehit,
kurucu ictihad sahiplerine tekabül eder.
Tarihsel tecrübedeki ictihad faaliyetinin mahiyetini daha
iyi anlamaya yardımcı olacak diğer bir ayırım da ictihadın
şer‘î ictihad ve örfî ictihad şeklinde ikiye ayrılmasıdır.
Örfî ictihad, şer’î hükümlerce doğrudan düzenlenmeyen
ve daha çok cevaz alanı diye nitelendirilen alanda, aklın
gereklerine göre hüküm verme anlamına gelir.
İctihad Ehliyetinin Şartları:
Gerekli şartları kendinde toplayarak şer‘î hükümleri çıkarma
melekesini elde eden kişiye müctehid denir.
İctihad edecek kişinin öncelikle,
Kur’an, Sünnet ve icmâı bilmesi gerekir. İctihad
ehliyetinin, temel şartı şer‘î hükümlerin kaynaklarını çok
iyi bilmektir. Ayrıca ictihad melekesine sahip olmak da
gereklidir. Üçüncü bir şart, adalet sahibi olmaktır.
• Kur’an Bilgisi: Gazzâlî gibi muhakkik
usulcülerin çoğunluğu, Kitab’ın tamamını
bilmenin şart olmayıp şer‘î hükümlere ilişkin
ayetleri (500 civarında) bilmenin yeterli olduğu
görüşündedir. Ahkâm âyetlerini beş yüzle ve
müctehidin Kur’an’dan bilmesi gereken miktarı
ahkâm ayetleriyle sınırlandırmayı kabul
etmeyenlerin yanı sıra Kitab’ın tamamını
bilmenin şart olduğu görüşünde olan usulcüler de
vardır.
• Sünnet Bilgisi: Müctehidin ahkâm hadislerini
bilmesi yeterli görülür ve aynı şekilde hadisleri
de ezbere bilmesi şartı aranmaz. Usulcülerin
müctehitte aradığı Sünnet bilgisi metin ve sened
olarak hadisin bilinmesini kapsar. Özellikle
Hanefîlere göre hadisin ulaşma yolunu yani
mütevâtir, meşhur veya haber-i vâhid mi
olduğunu, ayrıca râvilerin hallerini bilmek de
sened bilgisi kapsamındadır.
• İcmâ Bilgisi: Aykırı ictihatta bulunmamak için
müctehidin nasları bilmesi gerekli olduğu gibi
aynı gerekçeyle icmâ konularını bilmesi de şart
koşulmuştur.
• Arapça Bilgisi: Müctehidin Arapça bilmesinin
şart koşulması, şer‘î hükümlerin iki temel
kaynağı olan Kitap ve Sünnet’in Arapça olması
sebebiyledir.
• Yöntem Bilgisi: Müctehidin bu kaynaklardan
hüküm elde etme yöntemini bilmesi de şarttır.
Naslardan hüküm çıkarmanın en yaygın kabul
gören yöntemi, kıyas olduğu için kıyasın
şartlarını, hükümlerini, kısımlarını, makbul ve
merdud olanını bilmek sahih ictihad
yapabilmenin şartı sayılmıştır. Usulcülerin büyük
çoğunluğu, müctehid olmak için kelâm ilmini ve
fıkhın fürûunu bilmeye ihtiyaç bulunmadığı
görüşündedir.
Literatürde ayrıca ilâve şartlardan da söz edilir ki bunların
bir kısmı esas itibariyle ictihadın değil fetvâ görevinin
gereğidir. Yukarıda temas edilen nitelikler ve tartışmalar
büyük ölçüde mutlak müctehidle ilgili olup mukayyed
müctehidin, yani bağlı bulunduğu imamın mezhebine göre
ictihad edecek olan kişinin o imamın usulünü bilmesi
yeterlidir.
İctihadın Mahiyeti, Konusu ve Hükmü
Hakkında kesin delil bulunmadığı için ictihada açık olan
ve hükmü ictihad yoluyla beyan edilen mesele, literatürde
müctehedün fîh veya ictihâdî mesele diye adlandırılır.
İctihad, konuyla ilgili bir nassın bulunmaması veya
karşılaşılan fıkhî meseleyi doğrudan düzenleyen, fakat
farklı biçimde anlaşılmaya müsait bir nassın bulunması
durumunda söz konusu olur. Bunun için de hakkında kesin
delil bulunan meseleler doğrudan ictihada açık olmamakla
birlikte ayrıntıları ictihada açık olabilir.
İctihadın Hükmü
İctihadın hükmü ile hem müctehidin ictihad etmesinin dinî
yükümlülük açısından durumu hem de yapılan ictihadın
günah-sevap, isabet-hata, bağlayıcılık ve nakzedilebilme
açılarından dinî ve hukukî değeri kastedilir.
Dinî Yükümlülük Açısından: İctihad, bir olayın şer‘î
hükmünü belirleme çabası olduğu için dinî mükellefiyet
açısından farz-ı kifâye olarak görülür. Müctehidlerin
karşılaştığı özel durumlar açısından ise ictihad, fetvâda
olduğu gibi duruma göre farz-ı ayn, farz-ı kifâye veya
mendup olabilir.
İctihadda Günah ve Hata Açısından: Dinin katî delille
sabit konularında ictihadın câiz görülmediği; bu alanda
ictihad yapan kimsenin yerine göre kâfir, bid‘atçı veya
günahkâr olacağı; ehliyetsiz ictihad etmenin günah olduğu
ilke olarak benimsenmiştir. Hatanın söz konusu
olmamasının şartı ictihadın ictihad ehliyetine sahip bir
kimse tarafından ve yerinde (izin verilmiş konularda)
yapılmış olması demektir.
Aklın incelemesine tabi olan nazarî konular (nazariyyât),
kendi içinde önce kat’î konular (kat’iyyât) ve zannî
konular (zanniyyât) olmak üzere iki kısma ayrılır. Kat’î
konularda hataya düşen kimse günahkâr olur. Bu
günahkârlığın boyutu ve niteliği, hatanın mahiyetine ve
yerine göre değişiklik gösterir. Kat’î konular ise kendi
içerisinde kelâmî, usûlî ve fıkhî olmak üzere üç kısımdır:
1. Kelâmî konular tabiriyle sırf aklî olan konular
kastedilmektedir. Bu konularda gerçek bir/tek
olup, bu gerçeği tutturamayan kimse günahkâr
olur. Sırf kelâmî olan konular, Şeriat gelmemiş
bile olsa, aklî inceleme (nazaru’l-akl) yoluyla
gerçekliğin idrak edebileceği şeylerdir. Gerçeği
tutturamama, eğer Allah ve Resulüne îman gibi
konularda olursa, bu kişi kâfir olur.
2. Usûlî konular tabiriyle, icmâın hüccet oluşu,
kıyasın hüccet oluşu ve haber-i vahidin hüccet
oluşu gibi konular kastedilir. Bu meselelerin
delilleri kat’î olup, bunlara muhalefet edenler
günahkâr ve hatalıdır.
3. Fıkhiyyât tabiriyle beş vakit namaz gibi Allah’ın
dininde kesin olarak bilinen şeyler
kastedilmektedir. Bu tür konularda gerçek birdir
ve bilinmektedir. Bu konularda aykırı düşünenler
günahkâr olur.
Hata Açısından: İctihadda hatanın söz konusu olup
olmayacağı konusunda başlıca iki görüş vardır. Birincisine
göre, bir konuda ictihad eden ve farklı sonuçlara ulaşan
müctehidlerden sadece birisi doğruyu tutturmuş, diğerleri
hata etmiştir. Bu görüşü savunanlar muhattıe adını alır.
İkinci görüşe göre ise bu müçtehitlerin her biri doğruyu
tutturmuştur. Bu görüşü savunanlara ise musavvibe
denilir. Bu ayrışmanın temelinde ictihadî konularda
Allah’ın önceden belirlenmiş (muayyen) bir hükmünün
bulunup bulunmadığı tartışması yer alır.
Literatürde el-kavl bi’l-eşbeh (en benzer olanı söylemek)
olarak ifade edilen anlayışa göre Allah’ın muayyen bir
hükmü yoktur, fakat müctehidlerin görüşlerinden biri
Şâri‘in maksatlarına “en benzer” olandır. Allahın muayyen
hükmüne delalet eden bir delil bulunduğunu ileri sürenler
de, bu delilin kesin mi yoksa zannî mi olduğunda
ayrılmışlardır.
İctihadın Nakzedilmesi Açısından: İctihadın nakzı, önceki
bir ictihadın hükmünün geçersiz sayılması anlamına gelir.
Yeni bir ictihad usulüne uygun yapılmış ise önceki bir
ictihadı ortadan kaldıramaz. Ancak bir müctehitte
gerçekleşen ictihad değişikliğinin bazı sonuçları
olabilmektedir.
Yargılama hukuku açısından ictihadın nakzedilmesi
farklıdır. Hukukî istikrar ve emniyetin korunması
açısından yargıda ictihadın ictihadla nakzolunmayacağı
kabul edilmiştir (Mecelle, md. 16).
Müctehidin Başkasını Taklidi: İctihadını tamamlamış ve
bir hüküm hakkında zann-ı galib oluşturmuş bir
müctehidin kendi düşüncesini terkedip farklı görüşteki
birinin ictihadına göre amel etmesinin câiz olmadığında
görüş birliği bulunmakla birlikte ictihad edebilecek
kapasitede olan birinin ictihad etmeyerek başka birini
taklid etmesinin hükmü konusunda farklı görüşler vardır.
İstiftâ ve Müsteftî: Sözlük anlamı “fetvâ isteyen kişi”
demek olan müsteftî terimi, karşılaştığı olayın dinî-hukukî
hükmünü öğrenmek amacıyla ictihad ehliyetine sahip ve
dinî duyarlılığı olan müftîye başvuran kişiyi
deyimlemektedir.
İstiftâ (fetvâ sorma) uygulamasının meşruluğunu
temellendirmek için “Bilmiyorsanız bilenlere sorun”
(Enbiya 21/7) ayetine atıf yapılmakla beraber asıl
belirleyici olan sahabe uygulamasıdır. Sahabe döneminden
itibaren avâm (ictihad yeterliliğine sahip olmayanlar)
karşılaştıkları meselelerin dinî hükmünü öğrenmek için
ilim ehline (müctehidlere) başvurmuş ve onlardan fetvâ
almıştır.
Müsteftînin fetvâ sormak için ilmi yeterliliğinin yanında,
dini duyarlılığıyla da tanınmış müftîlere başvurması
gerektiği usulcülerin ısrarla vurguladığı bir husustur.
İctihad ehliyetine sahip kişiler arasında bir ayırım
gözetmek teorik olarak mümkün değildir. Çünkü hepsi
müctehit olmak bakımından birbirine eşittir.
Mezheplerin kurumlaşmasından sonra sahabe ve tabiin
dönemindeki “daha güvenilir alim” arayışı yerini “daha
güvenilir mezhep” arayışına bırakmıştır.
İctihadın Sürekliliği Meselesi ve İctihad Hareketleri
Hicrî III. (miladi IX.) yüzyılın ortalarından sonra kurucu
ictihad faaliyetinden mezhep içi ictihad faaliyetine
geçilmiştir. Bu husus literatürde “ictihad kapısının
kapanması” tabiriyle ifade edilir.
İctihad kapısının kapanması tartışması, mezheplerin
teşekkül edip genel kabul görerek yerleşmesi ve taklid
olgusuyla yakından ilgilidir. İctihad kapısının kapanması
meselesinin ilk işaretleri, belli dönem veya kişilerden
sonra o zamana kadar mevcut olan görüşler arasından
seçip almanın (ihtiyâr) câiz olup olmadığı tartışmasında
bulunmaktadır.
Çağdaş araştırmacıların birçoğu tarafından ictihad
kapısının kapanmasını hazırlayan sebepler konusunda
yapılan tesbitlerin özünü, özellikle tâbiîn döneminden
itibaren görülen ve sistematik olarak sürdürülen ictihad
faaliyetlerinin sonucunda belli ekollerin doğup
kurumlaşması olgusu teşkil etmektedir.
Fıkhın siyasî iktidardan bağımsız bir teşekkül seyri takip
etmesi, hukukî hayatın istikrarını sağlamak üzere o alanda
bir kontrol mekanizması oluşturma ihtiyacını hissettirmiş
ve fakihleri özellikle siyasî istismarın önünü kapatmak
için bu tür tedbirler almaya itmiş olabilir.
Son dönemde Muhammed İkbal gibi düşünürler, bu
anlayışın yerleşmesinde ictihad yapacak kimsede aranan
şartların oldukça mükemmel ve katı bir hale getirilmesinin
etkisi üzerinde durmakta iseler de özellikle ictihad
kapısının kapalı olduğu iddia edilen dönemlerde yaşayan
Ebû İshak eş-Şîrâzî ve Gazzâlî gibi usulcülerin müçtehitte
aradığı şartların kolay ulaşılabilir olması bu kanaatin
gerçeği yansıtmadığını gösterir.
İctihad kapısı meselesiyle yakından ilgili olan bir konu da
her asırda müctehidin bulunmasının zorunlu olup olmadığı
tartışmasıdır. Her mezhep içinde karşı görüş sahipleri
bulunsa da Hanbelîler dışındaki âlimler müctehidsiz bir
asrın bulunmasını genelde mümkün görürler.
Yaklaşık VII. (XIII.) yüzyıldan itibaren yeniden mutlak
ictihad ihtiyacı müslüman âlimlerin gündemine girmiş ve
bu yönde bir söylem oluşmaya başlamıştır.
XIX. yüzyılda Muhammed Abduh gibi yenilikçiler,
İslâm’ın öz itibariyle modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap
verebilecek kapasite ve potansiyele sahip olduğunu, İslâm
dünyasının içinde bulunduğu geri kalmışlığın sebeplerinin
başında ictihad kapısının kapatılması ve taklidin
yaygınlaşması olduğunu ileri sürerek yeniden ictihad
çağrısı yapmışlardır.
Aynı çizgide ve felsefî derinliği ağır basan bir ictihad
çağrısı yapan Muhammed İkbal de mutlak anlamıyla
ictihadı İslâm düşüncesinde hareket ve tecdidin mihveri
olarak görür.
İslâm dünyasının son yüzyılında, ictihada yapılan bu
vurguyu aşırı bulan ve geleneksel anlayışlarla bu yeni
yönelişlerin arasını birleştirmeye çalışan bir eğilimden söz
etmek mümkündür.
Klasik ictihad teorisinin ictihad ehliyetini erişilmesi güç
şartlara bağladığı, ahkâmın değişmesine imkân
vermeyecek bir donuklukta olduğu, bu anlayışın belli bir
dönemden sonra ictihad kapısının kapanmasına yol açtığı
ve artık bu dönemden itibaren bütün çabayı mevcut
hükümleri uygulamaya veya yeni karşılaşılan olayları
öncekilerin öngördüğü çerçevede çözmeye yönelttiği öne
sürülmüştür.
Tarihsel tecrübedeki her görüşü yeri geldikçe kullanma ve
her birinden istifade etme biçimindeki eklektik yaklaşım
bir süreliğine işe yaramış, hastanın acısını, sıkıntısını
hafifletmiştir.
Serbest ictihad çağrısı ise oldukça sempatik olmasına
rağmen, çoğu kez sistematik bir kurgudan ve bir
metodolojiden hareket edilmediği için, sistematik
bütünlükten ve tutarlılıktan uzak görüşlerin ortalığı
kaplamasına yol açmıştır, en azından bu risk bir hayli
yüksektir.
Günümüzde yapılması daha uygun ve isabetli olan şey,
İslam bilginlerinin karşılaştıkları her sorunu bir ekol
sistematiği içinde çözmeye çalışması, buna alışmasıdır. Bu
tutumun birçok yararı olacaktır.
Bunlardan birincisi, ekol sistematiği içinde kalmaya
çalışılması, ekolün tıkanan ve aksayan yönlerinin
onarılması ihtiyacını doğuracağından ekolün
donuklaşmasını engelleyecektir.
İkincisi, sistemleri ve mekanizmaları farklı birçok ekolün
aynı anda üretim yapması hem ilgililere zengin çözüm
önerileri sunacak hem de bir rekabet ortamı doğuracaktır.
Üçüncüsü de ekol sistematiği içinde kalınınca “Kur’an’a
göre” kolaycılığına bir zemin kalmayacağı için, bireysel
görüşlerin Kur’an’a İslam’a mal edilmesinin ve bu sebeple
dinin itham edilmesinin önüne geçilmesidir.