1. Fıkıh nedir?
Cevap: İslâm’da bireysel ve toplumsal yaşama ilişkin
düzenleyici kurallar bütününü ifade etmek için fıkıh terimi
kullanılmaktadır. Fıkıh, ibadetler başta olmak üzere, dinî
yükümlülüklerle ilgili esaslar yanında, toplumsal yaşamı
düzenleyen kuralları da içermektedir. Diğer bir ifadeyle
fıkıh, kişinin kendisine, Allah’a ve doğaya dönük
davranışlarının yanı sıra, toplumsal ilişkileri de
düzenleyen ve kendine özgü bir sistematiği bulunan bir
hukuk düzeni niteliğindedir. Fıkhın, İslâm hukuku olarak
anılmaya başlanması, XIX. yüzyılın ikinci yarısına
rastlamaktadır.
2. İslâm Hukuku nedir?
Cevap: Fıkhın, İslâm hukuku olarak anılmaya başlanması,
XIX. yüzyılın ikinci yarısına rastlamaktadır. İslâm hukuku
tabirinin, öncelikle Batılılarca kullanıldığı ve İslâm
dünyasında da Batı hukuk düşüncesinin etkisiyle
benimsendiği anlaşılmaktadır. Bunda fıkhın Batılı
hukuklara ait sistematik içinde ve ortak terminolojiyle
tanıtılması yanında, karşılaştırmalı hukuk çalışmalarına
duyulan gereksinim de rol oynamıştır. İslâm hukuku tabiri,
kimi zaman fıkha kavramsal açıdan denk bir içerikte,
çoğunlukla da ibadetler dışında kalan ve yalnızca hukukî
nitelik taşıyan kurallar bütününü belirtmek için
kullanılmaktadır. Diğer taraftan fıkıh, İslâm hukukunun
özel ve geleneksel adı olduğu halde, günümüzde, fıkıh
kelimesine de, hukuk kavramını ifade etmek için
başvurulabilmektedir. Nitekim daha çok çağdaş Arap
yazarlarınca tercih edilen el-fıkhu’l-islâmî ve el-fıkhu’lğarbî
tabirlerinde fıkıh kelimesi, hukuk anlamındadır.
3. Fıkıh kelimesinin kökeni nereden gelmektedir?
Cevap: Fıkıh (fıkh) kelimesi bir masdar olup, etimolojik
bakımdan F-K-H kökünden alınmadır. F-K-H kökü bağlı
olduğu bâba göre farklı, ancak birbiri ile doğrudan irtibatlı
anlamlar taşımaktadır. Fıkıh, esas itibariyle anlamakla
ilgili bir kelimedir. Aynı zamanda fıkıh, bir şeyi bilmek
anlamına gelmektedir. Ancak fıkıh kelimesi ile mutlak
anlamda bir anlama ya da bilme eylemi değil, anlamaya ve
bilmeye konu olan şeyin idrâk edilmesi kastedilmektedir.
Bir şeyin idrâk edilmesi ise, aklî bir faaliyet ya da zihinsel
bir çaba sonucunda onun mahiyetinin kavranması
anlamındadır. Fıkıh kelimesi bir sözle ilgili olarak
kullanıldığında, hitaptaki hakikatin fark edilmesi ve
kastedilen mananın kavranması anlamına gelmektedir.
Fıkıh kelimesiyle ifade edilen kavram, derin bir sezgi ve
öngörü (firâset) ile tefekkür yoluyla bilme ve bilgiyi
kontrol edecek düzeyde kuşatma (dirâyet) eylemlerini de
içinde barındırmaktadır. Esasen fıkıh kelimesi fıtnat (zeka)
kelimesiyle açıklanmaktadır ki, bu, onun yalnızca derin ve
ince kavrayışa değil, aynı zamanda bir kimsenin kavrayış
yeteneğindeki üstünlüğe dair bir vurgu da içerdiğini
göstermektedir. Nitekim F-K-H kökünün, derin ve ince
kavrayışın bir kimse bakımından sıfat ve karakter (seciye)
haline gelmesi anlamında kullanılması da, kavrayış
yeteneğindeki üstünlüğe ilişkin anlam vurgusunu
desteklemektedir. Sözü edilen düzeyde bir kavrayışın
(fıkıh) kendisinde sıfat ve karakter haline geldiği kimseye
ise, fakîh denilmektedir.
4. Ünlü sufî Hasen el-Basrî (k.s.) (ö. 110/728)’ye göre
fıkhın en genel anlamı nedir?
Cevap: Gerçek fakîh, dünyayı hakir görüp âhirete
yönelen, dini konusunda idrâk ve firâset sahibi, Rabb’ine
kullukta devamlı, müttakî, müslümanların namuslarına
göz dikmeyen ve mallarına el uzatmayan (afîf), toplumu
iyiliğe yönlendiren kimsedir.
5. Tarihsel süreçte iki ana tanım üzerinden giden Fıkıh
teriminin ortaya çıkan ilk tanım biçimini yapınız?
Cevap: Fıkhın terim anlamının açıklanması amacıyla
yapılan ilk tanım biçimi, fıkıh usûlcülerine ait olup, onda
hükümler kaynaklardan çıkarılırken gerçekleştirilen
bilimsel faaliyet esas alınmaktadır. Buna göre fıkıh,
usûlcüler tarafından “Şer’î amelî hükümleri tafsîlî
delillerine dayalı olarak bilmek” biçiminde
tanımlanmaktadır. Fıkıh tanımının şer’î amelî hüküm,
tafsîlî delil ve bilme (ilm) gibi çeşitli unsurları içerdiği
görülmektedir. Tanımın anlaşılabilmesi için bu terimlerle
nelerin kastedildiğini açıklamamız gerekmektedir.
6. Şer’î amelî hüküm nedir?
Cevap: şer’î amelî hüküm tamlaması, fıkhın inceleme
alanını belirlemekte ve esas itibariyle hükümleri konu
edinen bir faaliyet olduğunugöstermektedir. Hüküm, bir
durumun diğerine olumlu ya da olumsuz olarak
yüklenmesi (isnat edilmesi) demektir.
7. Hükümlerin elde ediliş türleri nelerdir?
Cevap: Hükümler, elde ediliş kaynağına göre kendi içinde
aklî, hissî ve şer’î hükümler biçiminde üç kısma
ayrılmaktadır. Başka bir kaynağa gerek olmaksızın
yalnızca akıl yoluyla elde edilebilen, ‘iki birden büyüktür’
gibi hükümler aklî; duyu organları vasıtasıyla ulaşılan,
‘ateş yakıcıdır’ gibi hükümler hissî; dinin kaynaklarından
çeşitli yöntemlere başvurularak elde edilen “namaz
farzdır” gibi hükümler ise şer’î hükümler olarak
isimlendirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, bir hükmün şer’î
olarak nitelendirilmesi, onun ilahî iradeye dayandığı
anlamındadır. Burada şer’î nitelemesi, dinî olan, yani ilahî
iradeyi yansıtan her bir hükmü içerecek genişliktedir.
8. İtikâdiyyat, vicdâniyyat ve ameliyyât terimlerini ne
anlama gelmektedir?
Cevap: Şer’î hükümler de düzenledikleri konular
bakımından kendi içinde itikâdiyyat, vicdâniyyat ve
ameliyyât olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır.
İtikâdiyyât, dinin inanç yönüne ilişkin meseleler demektir.
Vicdâniyyât, insanın zühd, rıza, sabır, huşu gibi içsel
(bâtınî) tutumları anlamına gelmektedir. Ameliyyât ise,
kişilerin dışsal (zâhirî) davranışları ile etkileri hemen
ardından dışa yansıyan içsel davranışlarını ifade
etmektedir. Kast, hata, rıza gibi içsel davranışlar dış
organlar vasıtasıyla eyleme dönüştüklerinde, amel
kavramı kapsamında değerlendirilir.
9. Tafsili ve İcmali delil nedir?
Cevap: Tanımda yer alan bir diğer unsur tafsîlî delil
terimidir. Buna cüz’î delil de denilmektedir. Tafsîlî delil,
her bir davranışla ilgili hükmün dayandığı özel delil
anlamındadır. Bir hükme delil olan tek bir âyet ya da
hadis, tafsîli delil niteliğindedir. Mesela “namazı kılın”
âyeti, namaz kılmanın farz olduğunu gösteren tafsîlî bir
delildir. Bir de icmâlî (küllî) deliller vardır. İcmâlî delil
denildiğinde, belli bir davranışın hükmüne dair özel delil
değil, bir bütün olarak fıkhın kaynakları ya da hükümlerin
kendileri yoluyla elde edildiği yöntem kuralları kastedilir.
Kitâb, Sünnet, icmâ ya da kıyastan her biri, bir icmâlî
delildir.
10. Şeriat nedir?
Cevap: Şeriat, uzayıp gitme, açık ve görünür olma
anlamlarına gelen şer’ kökünden türemiş bir isimdir.
Şeriat, kelime olarak, insanların ya da hayvanların su
içmek için gittikleri yol anlamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de
ise, insan yaşamını yönlendirmeyi amaçlayan din esaslı
hükümler bütünü anlamında kullanılmaktadır (Câsiye
45/18). Kelimenin etimolojik anlamı ile Kur’ân-ı
Kerîm’de yüklendiği anlam arasında semantik bağ açıkça
kurulabilmektedir. Çünkü şeriat, ilahî iradenin hüküm
biçiminde açığa çıkması ve görünür hale gelmesi
demektir. Benzer şekilde kelimenin su kaynağına götüren
yol anlamı ile hükümlerin, kendilerine uyulduğu takdirde
insanları dünyevî ve uhrevî maslahatlara ulaştırması işlevi
arasında da bir ilgi mevcuttur.
11. Şer’-i münezzel ve şer’-i müevvel ne demektir?
Cevap: Şer’-i münezzel, bir hükümler bütünü olarak
şeriatın nass yoluyla bildirilen kısmını, şer’-i müevvel ise,
ictihadla elde edilen kısmını teşkil etmektedir.
12. Temel İslâmi Bilimleri tanımlayınız?
Cevap: Temel İslâm bilimleri tabiriyle, klasik İslâm
düşüncesinde şer’î (dinî) ilimler olarak tasnif edilen
kelâm, tefsir, hadis, fıkıh usûlü ve fıkıh alanlarını
kastediyoruz. Temel İslâm bilimleri, başlangıçtan itibaren
ilim ve fıkıh kelimeleri ile ifade edilen nakle ve re’ye
(rivayete ve aklî faaliyete) dayalı bilgi birikiminin, tarihsel
süreçte, konularına göre tasnif edilip, her birine özgü
terimlerin ve yöntem kurallarının oluşması ile bağımsız
disiplin niteliği kazanmıştır. Temel İslâm bilimlerinin
inceleme alanları ve kullandıkları yöntemler farklı
olmakla birlikte, her biri kendi alanında bilimsel
faaliyetini sürdürülebilmek için diğer bilimlerin
tespitlerine dayanmak, onlardan yararlanmak zorundadır.
O nedenle, temel İslâm bilimleri bir bütünün parçaları
niteliğinde olup, aralarında vazgeçilemez irtibatlar
mevcuttur. Biz, burada, fıkhın diğer temel İslâm bilimleri
arasındaki yerine değineceğiz. Bunu da, fıkhın diğer
bilimlerle ilişkisini açıklamak suretiyle yapabiliriz.
13. Fıkıh Usulü nedir?
Cevap: Fıkıh usûlü, hükümlerin elde edileceği kaynakları
ve hükümlerin söz konusu kaynaklardan çıkarılmasını
sağlayan yöntemleri belirler. Bir fakîh, bir mesele ile ilgili
hükme, ancak fıkıh usûlünde belirlenmiş olan delil ve
yöntem kurallarına uyarak ulaşabilir. Hükmün, fıkıh usûlü
kurallarına uygun biçimde elde edilmesi, aynı zamanda
onun geçerlilik kazanmasının bir ölçütüdür. Şu halde fıkıh
ve fıkıh usûlü arasında doğrudan ve birbirini tamamlayan
bir ilişki mevcuttur. Fıkıh usûlü de, delil ve yöntemlerin
şer’î geçerliliğini tespit bakımından kelâma bağımlıdır.
Mesela şer’î amelî hükümleri kaynaklarından çıkarma
faaliyetinin dayandığı, ‘hüküm kaynağının (hâkim)
yalnızca ilahî irade olduğu’, ‘ilahî iradeyi Kitâb ve
Sünnet’in temsil ettiği’ ve ‘ilahî iradenin hakkında hüküm
öngörmediği hiçbir beşerî davranışın bulunmadığı’ gibi
temel ilkeleri, fıkıh usûlü, kelâmın tespitlerine dayanarak
ortaya koymuştur.
14. Fıkıh ve Hukuku karşılaştırınız.
Cevap: Fıkıh ve hukuk arasında kuralların bağlayıcılık
niteliğini esas almak suretiyle de bir karşılaştırma
yapabiliriz. Fıkıhta davranışları düzenleyen kuralları
bağlayıcılık niteliği bakımından emredici, tavsiye edici ve
tecviz edici biçimde üç kategoride toplamak mümkündür.
Bir davranışın yapılmasını ya da yapılmamasını kesin
olarak talep eden (vâcib veya haram kılan) kurallar
emredici, yapılmasını ya da yapılmamasını kesin olmayan
biçimde talep eden (mendûb veya mekrûh kılan) kurallar
tavsiye edici, bir davranış konusunda kişilere yetki ve izin
veren (mübah kılan) kurallar ise tecvîz edici niteliktedir.
Hukuk kuralları ise, emredici ve tecvîz edici biçimde iki
kategori teşkil etmektedir. Tavsiye edici kuralların, hukuk
kurallarım kapsamında yer alması düşünülemez. Çünkü
toplumsal yaşamda karşılıklı hak ve vecibelerin yerine
getirilmesini sağlamak, tavsiye edici kurallarla değil,
ancak kesinlik niteliği taşıyan ve maddi yaptırımla
desteklenmiş kurallarla mümkün olabilir. Bu itibarla bir
hukuk düzeninde tecvîz edici kurallar bile dolaylı olarak
emredicilik anlamı taşır. Bir kimseye yetki ve izin
verilmesi, diğer kimseler bakımından ona müdahele
edilmemesi anlamında bir emir niteliğindedir.
15. İslâm Hukukunun Roma Hukuku İle İlişkisi konusunda
ortaya atılan iddialar ve bu iddialara verilen cevaplar
nelerdir?
Cevap: İslâm hukuku ile Roma hukuku arasındaki ilişki
hususunda birbirine karşıt iki görüş açığa çıkmıştır.
Onlardan ilki, Roma hukukunun İslâm hukukunu
etkilediğini, hatta İslâm hukukunun varlığını Roma
hukukuna borçlu olduğunu iddia etmektedir. Bu görüşün
dayandığı gerekçeleri ve onlara verilen bilimsel cevapları
beş madde halinde özetlememiz mümkündür:
1. Hz. Peygamber yaptığı seyahatlerde Suriye’de
uygulanan Doğu Roma (Bizans) hukukunu
öğrenmiş ve Roma hukuku da bu yolla İslâm
hukukunu etkilemiştir.
Hz. Peygamber Suriye’ye sekiz ve yirmi dört yaşlarında
iki kez gitmiş, son gidişinde ise sadece on beş gün kadar
kalmıştır. Üstelik Hz. Peygamber (sav) Roma hukukunun
kaynaklarına ulaşmak için gerekli dilleri de bilmezdi. Bu koşullarda bir insanın Roma hukukunu kavraması
imkânsızdır.
2. Beyrut ve İskenderiye’de Roma hukuku eğitimi
veren okullar ve bu hukuku uygulayan
mahkemeler mevcuttu. Buralar Müslümanlar
tarafından ele geçirildikten sonra, el-Evzâî (ö.
157/774) ve eş-Şâfiî (ö. 204/820) gibi İslâm
hukukçuları Roma hukukunu öğrenmiş ve İslâm
hukukuna aktarmışlardır.
İleri sürülen iddiaların hiçbiri tarihsel bakımdan doğru ve
geçerli değildir. Çünkü sözü edilen hukuk okullarından
İstanbul, Beyrut ve Roma dışında kalanların tamamı
İmparator Justinien tarafından 533 yılında kapatılmıştır.
Buna göre İskenderiye hukuk okulu, oranın
Müslümanlarca fethinden yüzyıldan daha fazla bir süre
önce kapatılmıştır. Beyrut hukuk okulu da müslümanlar
orayı fethetmeden yaklaşık seksen yıl önce deprem
sebebiyle yıkılmış, 551 yılından sonra ondan hiçbir eser
kalmamıştır. el- Evzâî’nin Beyrut’a ve eş-Şâfiî’nin de
Mısır’a yerleşmesi hayatlarının son dönemindedir.
Özellikle eş-Şâfiî’nin Mısır’a yerleştiği dönemde İslâm
hukuku oluşumunu büyük ölçüde tamamlamıştı.
Mahkemelerin etkisine gelince, İslâm mahkemelerinde
yalnızca İslâm hukuku hükümlerinin uygulanması
mümkündür. Gayr-i müslimlere –belirli alanlarda- tanınan
hukuk özerkliği, İslâm mahkemelerinde kendi hukuklarına
göre yargılanabilmeleri hakkını içermemektedir.
3. İslâm hukukçuları fetihlerle birlikte Roma
hukukunun uygulandığı bölgelere dağıldılar ve
oralarda yerleştiler. İslâm hukukunda hüküm
bulamadıkları konularda, örf-âdet kuralı halinde
halkın uygulamalarına dönüşmüş olan Roma
hukuku kurallarına başvurmuşlardır. Roma
hukuku fethedilen bölgelerin örf-âdeti yoluyla
İslâm hukukunu etkilemiştir.
Kaynaklarda İslâm hukukçularından herhangi birinin
Roma hukuku kuralları hakkında bir şey bildiğine dair
hiçbir kayıt bulunmamaktadır. Üstelik onlar Roma
hukukunu bilselerdi bile, mahkemelerde uygulamaları
mümkün olmazdı. Çünkü İslâm mahkemelerinde
yargılanan kimse, bir gayr-i müslim vatandaş (zimmî) da
olsa, davaya İslâm hukuku hükümlerinin uygulanma
zorunluluğu vardır. Diğer taraftan örf-âdet, İslâm
hukukunda bağımsız bir delil değildir. Kitâb ve Sünnet’te
bir hükmün bulunmaması, örf-âdet kuralına mutlak olarak
başvurmayı haklı kılmaz.
4. Roma hukuku, İslâm hukukunu Yahudi ve
Câhiliye hukukları vasıtasıyla etkilemiştir. Roma
hukuku kuralları, önce Talmud’un hukukî
içeriğini ve Câhiliye örf-âdet kurallarını
etkilemiş, dolaylı olarak da İslâm hukuna
aktarılmıştır.
Câhiliye hukukunun Roma hukukundan etkilendiğine dair
hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Câhiliye dönemi
Arapları’nın Roma hâkimiyetindeki bölgelerle ilişki içinde
olmaları, onların hukuk kurallarını da benimsedikleri
anlamına gelmemektedir. Esasen Araplar ümmî bir toplum
olarak kendi gelenekleri içinde yaşamayı sürdürüyorlardı.
Roma hukukunun Yahudi hukukunu etkilemesi değil, tersi
söz konusudur. Araştırmalar Roma hukukunun III.
yüzyıldan sonra Talmud’dan etkilendiğini ortaya
koymuştur. İslâm hukuku ile Yahudi hukuku arasındaki
kısmî benzerlikler, büyük ihtimalle ortak toplumsal
gereklerden kaynaklanmıştır. İki hukuk arasında ilkesel
temelde çok önemli farklar bulunmaktadır. Ayrıca
İslâm’ın önceki ilahî hukuk düzenlerini geçersiz kıldığına
dair ilke, İslâm hukukçularının Yahudi hukukundan kural
aktarmalarını ihtimal dışı bırakmaktadır.
5. Roma ve İslâm hukuklarındaki bir kısım ilke ve
kurumların benzerliği, bir hukuk iktibasının
olduğunu göstermektedir. Roma hukuku tarihsel
bakımdan önce olduğu için İslâm hukukunun
ondan etkilendiği sonucuna varmak doğaldır.
Roma hukukundaki bir kısım ilke ve kurumların
benzerlerine İslâm hukukunda rastlanması, İslâm
hukukunun oradan alındığı ya da etkilendiği iddiasını
kanıtlamaz. Çünkü benzerlikler evrensel hukuk
düşüncesinin genel ilkelerinden ya da ortak toplumsal
gereksinimlerden kaynaklanmış olabilir. Ayrıca Roma
hukuku ile İslâm hukuku arasında kaynak irade, hukuk
sistematiği ile temel ilke ve kurumlar açısından farklar
bulunmaktadır. Şöyle ki, Roma hukuku salt beşeri irade
kaynaklı, bir anlamda laik karakterli iken, İslâm hukuku
ilahî irade (şer’) kaynaklıdır. Roma hukuku, sistematik
bakımdan, önce kamu ve özel hukuk olarak ikiye, özel
hukuk da kendi içinde şahıslara, mallara ve davalara
ilişkin hukuk biçiminde üç kısma ayrılmaktadır. Halbuki
İslâm hukuku kuralları ibâdât, muâmelât ve ukûbât
biçiminde tasnif edilmektedir. Ayrıca Roma hukukundaki
baba ve koca hâkimiyeti, evlat edinme gibi temel kurumlar
İslâm hukukunda yoktur. Buna karşılık İslâm hukukunun
vakıf, şuf’a, süt akrabalığının evlenme engeli sayılması,
hisbe, borcun havalesi, mirasta halefiyetin olmaması,
ta’zîr cezaları gibi ilke ve kurumları da Roma hukukunda
bulunmamaktadır (Zeydân, 2008; Abdulhamîd, 1984;
Karaman, 1996, Fıkıh).
16. İslâm Hukukunun Câhiliye Hukuku ile İlişkisi var mıdır?
Cevap: Câhiliye hukuku tabiriyle İslâm’ın gelmesine
kadar Arap toplumunda geçerli olan hukuk kuralları
bütününü kastediyoruz. Câhiliye hukuku, örf-âdet hukuku
niteliğinde olup, belli bir yasama yetkisi kullanılarak
oluşturulmuş değildi. Câhiliye döneminde Arap toplumu,
sosyolojik bakımdan henüz devlet biçiminde yapılanma
aşamasına ulaşamamıştı. Kabileler halinde yaşıyorlardı.
Toplumsal yaşam da, zaman içinde oluşan örf-âdet
kurallarına göre düzenleniyordu. Hukukî bir çekişme
durumunda başvurulabilecek bir yargı organı da mevcut
değildi. Hukukî çekişmeler, genellikle kabile reisleri ya da
kâhinlerin hakemliğinde ve geçerli olan örf-âdet hukukuna
göre çözümleniyordu. Örf-âdet kurallarına ya da
hakemlerce verilen kararlara uymamanın yaptırımı hukukî
değil, sosyal nitelikliydi. Sosyal yaptırım, örf-âdet
kurallarını ihlâl eden kimse bakımından etkili bir yaptırım
türü olmakla beraber, her zaman suçla oranlı ve dengeli
olmadığı gibi, aynı suça her zaman aynı tepki
gösterilmediğinden istikrarlı da değildir.
17. İslâm Hukukunun temel özellikleri nelerdir?
Cevap: İslâm hukukunu diğer hukuk düzenlerinden ayıran
bir kısım özellikleri bulunmaktadır. Bunları aşağıdaki
şekilde açıklayabiliriz:
1. İlahî iradeye dayalı olması: İslâm hukukunun
kaynağı ilahî iradeyi temsil eden Kitâb ve
Sünnet’tir. Bir kuralın İslâm hukukuna ait ve
onun bir parçası sayılabilmesi için, doğrudan
Kitâb ve Sünnet’e dayanması ya da dolaylı olarak
onlardan çıkarılmış olması gerekmektedir. Buna
şer’îlik ilkesi denilmektedir. Hukuk kurallarının
doğrudan Kitâb ve Sünnet’e dayanması ifadesini,
onların bu iki temel kaynakta açıkça (nass olarak)
öngörülmüş olmaları anlamında kullanıyoruz.
Hukuk kurallarının Kitâb ve Sünnet’ten dolaylı
olarak çıkarılmış olmaları ile de, kıyas gibi
ictihad yöntemleriyle elde edilmiş olmalarını
kastediyoruz.
2. Yaptırımın ikili karakterde olması: Âhirette,
dünyadaki davranışların mükâfât ya da azap
olarak karşılığının görüleceğine inanmak, bir din
olarak İslâm’ın temel iman esasları arasında
bulunmaktadır. İslâm hukuk kuralları ilahî
iradeye dayandığı için, bir kuralın ihlâli, hem
hukukî hem de dinî sorumluluk doğurmaktadır.
İslâm hukuku tarafından düzenlenen davranış ve
ilişkiler de uhrevî değerlendirmenin kapsamı
dışında değildir. Dolayısıyla İslâm hukukunda
hukuk kuralları, onun bir hukuk düzeni
olmasından ötürü dünyevî (hukukî ve cezaî)
yaptırımla desteklendiği gibi, aynı zamanda
uhrevî yaptırımla da desteklenmektedir. Mesela
bir kimse hırsızlık yaptığında, bu fiile, hukukî
açıdan suç teşkil ettiği için dünyevî yaptırım
(ceza) ve dinî açıdan da günah olduğu için uhrevî
yaptırım (azab) bağlanmaktadır.
3. Bilimsel doktrin niteliğinde teşekkül etmesi:
İslâm hukuk kuralları devletsel yetkiye dayalı bir
yasama faaliyeti yoluyla konulmadığı gibi, örfâdet
hukuku biçiminde de açığa çıkmamıştır.
İslâm hukuku, İslâm hukukçuları (fukahâ)
tarafından devletsel yetki kullanılmaksızın kişisel
ictihad yöntemiyle geliştirilmiştir. Kişisel ictihad,
salt bilimsel bir faaliyet niteliğindedir. Bu itibarla
İslâm hukukuna yönelik fakîhlerin hukuku
(jurists’ law) nitelemesinin yapılması, bilimsel
doktrin biçiminde teşekkül ettiği için yanlış
değildir. Ancak İslâm hukukunun bu özelliği,
tarihsel süreçte müslüman toplumların pozitif
hukuk ihtiyacını karşılamaktan uzak kaldığı
anlamına gelmemektedir. Çünkü devlet
başkanlarının ictihad yoluyla oluşturulan
kurallardan uygun gördüklerini kanun haline
getirme yetkileri bulunuyordu.
4. Meseleci (kazuistik) yöntemle oluşturulması:
İslâm hukuku başlangıçta İslâm hukukçularının
önlerine gelen meselelerden her birini ayrı ayrı
incelemek suretiyle geliştirdikleri hukukî
çözümlerin bir araya toplanmasıyla oluşmuştur.