Bu kısımda Türk-İslâm edebiyatının metinleriyle ilgili başlıca kaynaklar
anahatlarıyla tanıtılacaktır. Böylece bu metinlerle karşılaşmak isteyenler bunların
başlıca kaynakları olan divan, mesnevi, mecmua, cönk ve
müntehâbât (seçki, antoloji), münşeât gibi eserler hakkında, başlıca özelliklerini
kavrayarak yeterli bilgi sahibi olacaklar, bunları nerelerde bulabileceklerini
ve bu tür kaynaklardan nasıl faydalanabileceklerini öğrenmiş olacaklardır.
Bilindiği gibi Türk-İslâm edebiyatında edebî eser denince akla önce şiir,
yahut manzum eserler gelmektedir. Bu, eski edebiyatımızın şiire düz yazıdan
yani nesirden daha fazla değer vermesiyle ilgilidir. Vakıa şiirin yanında ikinci
plana düşen nesir, inşa denilen üslüp ile sanatkârâne ifade yolunda ciddi
merhaleler kazanmış, bazı sanatkarlar tanıtılırken “şi’r ü inşâda mâhir, nazm
ü nesre kâdir” gibi ifadelerle her iki fende de başarılı oldukları özellikle vurgulanmış olsa da şiir nesirden, şâirlik nâsirlik ve münşîlikten üstün tutulmuş-
tur. Bu bakımdan metinlerin kaynaklarını ele alırken de öncelikle şiiri ve şiiri
aktaran kaynakları ele almak daha isabetli olacaktır.
1. Divan
Türk şiirinin en önemli yazılı kaynaklarının başında Divan denilen şiir kitapları
gelmektedir.
Bir divan, “bir şairin hayatı boyunca yazdığı şiirleri toplayan kitab” şeklinde
tarif edilebilir. Yani Türk-İslâm edebiyatı şairleri şiirlerini bir yönüyle
anonim bir ad altında tek kitapta toplamışlardır. Divanlarda çoğu kere şairlerin
eski ve yeni bütün şiirleri bir araya getirilmiştir. Buna divan tertib etmek
denir. Bazı şairler divanlarını kendileri tertib ederken bazılarının şiirleri
ölümlerinden sonra yakınları tarafından derlenmiştir. Ancak bazı şairler divanlarının,
yazdıkları şiirlerin dağılıp kaybolmaktan korunmasını sağladığını
açıkça ifade etseler de divan tertibinden sonra yazdıkları şiirler bunun dışında
kaldığı gibi, bazan önce yazıldığı halde beğenmedikleri manzumelere de divanlarında
yer vermemişlerdir. Böylece her şairin bir miktar şiiri divan dışında
kalmış olmaktadır.
Divanlarda şiirler nazım şekillerine göre sıralanır. En başta büyük nazım
şekilleri yer alır: kasideler (Tevhid, na’t, münacaat, medhiye), terkib-bend,
terci'-bend ve musammatlar. Ardından orta hecimde şiirler sayılacak gazeller
yer alır. Bu bölümdeki şiirlerin her biri kafiyelerine göre elif’ten ye’ye kadar
sıralanır. Hemen hemen her harfte bir gazel yer almışsa bu divan mürettep
kabul edilir. Divanın son kısmında küçükten en küçüğe doğru şu nazım şekilleri
yer alır: rubâî, kıta, nazım, müstakil beyit ve mısralar.
Bu konuda daha fazla bilgi için Ömer Faruk Akün’ün Diyanet Vakfı Ansiklopedisi’ndeki
“Divan” maddesine bakılmalıdır.
Divanların genel ve kalıplaşmış şekli yukarıda belirtildiği gibi olmakla
beraber, musammat ve şarkıların gazellerden sonra yer alması suretiyle alı-
şılmış tertibin kısmen dışına çıkıldığı da olmaktadır. Fakat böyle yer değiş-
tirme ve kaymalar olsa da usulün şaşmaz prensibi, her divanda kasidelere diğer
bütün nazım şekillerinden önce yer verilmesi, gazellerin ortada bulunması
ve son kısımda da rubaîlerden başlayarak, müstakil beyit ve âzâde (serbest)
mısralarla divanın son bulmasıdır.
Anadolu Türkçesi'nin en eski divanlarının başında, çoğu hece ile yazılmış
şiirlerden ibaret ve klasik ölçülere uygun olmasa da Yunus Divan’ı gelir. Orta
Asya sahasında hatırlanacak ilk eser de Ahmet Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’idir.
Bu iki eser Türk-İslâm edebiyatının en eski ve değerli mahsullerini
topladıkları için çok öremlidir. Osmanlı edebiyatı sahasının klasik ölçülere
uygun ve aruzla yazılmış şiirleri toplayan divanlarının başında Ahmedî’nin
eseri gelmektedir. Ahmed-i Dâî ve Şeyhî’nin divanları bundan sonraki önemli
divanlardır.
2. Mesnevi
Bir nazım şeklinin de adı olan mesnevî, Türk-İslâm edebiyatında “kahramanları
hep aynı olan aşk maceralarının anlatıldığı uzun manzumeler” olarak
tanımlanabilir. Mesneviler klasik edebiyatın divanlar kadar önemli ve onlardan
hacimli metinleridir.
Mesnevî bir nazım şekli olarak başlangıçta Arap edebiyatında yoktur.
Kökü Pehlevî edebiyatına kadar giden bu şekil, Fars edebiyatının İslâmî devrinde
X. asırda Rûdegî gibi şairlerin eserleriyle ortaya çıkmış, Firdevsî ile
büyük bir gelişme gösterdikten sonra Araplar'a geçmiştir. Türk edebiyatına
da İran şiirinden gelmiş olması düşünülebilirse de Dîvânü lugati't-Türk'teki
manzum parçalar arasında rastlanması, Türk şiirinin İslâm öncesi devresinde
bu nazım şeklinin bilindiğini ve kullanıldığını göstermektedir. İslâmî Türk
edebiyatının bilinebilen ilk büyük manzum eseri Kutadgu Bilig'in mesnevi
şeklinde oluşunu, böyle bir birikime bağlamak mümkündür.
Divanların aksine her mesnevînin daima bir özel adı vardır: Yûsuf u
Züleyhâ, Leylâ ve Mecnûn, Şâh u Gedâ, Şem' u Pervane, Hüsn ü Aşk vb. bir
kısmı başlıca iki mühim kahramanının adıyla anılırlar. Bazıları ise
Ferhadnâme, İskender-nâme gibi esas kahramanlarına göre isimler taşırlar.
Bir kısmı nazma çekilmiş küçük hikâyeleri anlatırlar: Hilyetü'l-efkâr,
Nefhatü'l-ezhâr, Suhbetü'l-esmâr, Cilâü'l-kulûb, Riyâzü'l-gufrân, Nakş-ı Hayâl,
Hayrâbâd, Gencîne-i Râz, Gülşen-i Aşk, Gülşen-i Envâr. Bazan da eserin
adı, konusunun belirten kelimenin sonuna "nâme" sözü eklenerek oluşturulmuştur:
Pendnâme, firkatnâme, sergüzeştnâme, Har-nâme, Hûban-nâme,
Zenân-nâme, Sur-nâme, Selim-nâme, Süleyman-nâme, Gazavat-nâme vb.
3. Mecmua
Mecmualar, aynı veya farklı türden seçilmiş çeşitli büyüklükteki metinlerin
ve risâle denilen küçük kitapçıkların derlenip bir araya getirilmesiyle oluşturulan
ve bazen derleyicisi belli çoğu kere de derleyeni bilinmeyen eserler olarak
tarif edilebilirler.
Kelime, sözlükte “dağınık şeyleri bir araya getirmek, toplamak” anlamındaki
cem’ masdarından türeyen mecmû’ kalıbından (bir araya getirilmiş, toplanmış)
gelmektedir. Mecmûanın yanı sıra mecâmî’, mecma’, câmi’ gibi aynı
kökten türemiş kelimelerle -yalnız Osmanlı Türkçesi’nde- cüzdan, defter ve
cerîde isimleri de aynı mânada kullanılmıştır. Ancak bu isimlerden herhangi
birini taşımadığı halde mecmua özelliğine sahip pek çok eser bulunmaktadır.
Mecmualar, genelde bir veya daha fazla yazar yahut şaire ait çeşitli şekil
ve hacimlerdeki dinî, din dışı, nesir ya da şiirlerden oluşan derleme kitaplardır:
Dinî olanları mecmûatü’l-ehâdîs, mecmûa-i fetâvâ, mecmûa-i ed’iye, gibi
isimlerle anılmıştır. Edebî olanları ise, mecmûa-i eş’âr, mecmûa-i tevârîh,
mecmûa-i münşeât, mecmûa-i ebyat gibi adlar taşır. Mecmua başlangıçta,
birçok bakımdan benzediği cönk gibi âyetler, hadisler, fetvalar, dualar, hutbeler,
şiirler, ilâhiler, şarkılar, mektuplar, latifeler, lugaz ve muammalarla ilâç
tariflerinin ve faydalı bilgilerin (fevâid), notların, tarihî belge ve kayıtların
derlendiği bir not defteri halinde ortaya çıkmış, zamanla gelişip düzenli bir
tertip ve şekle kavuşarak benzerlerine göre bazı farklılıklar gösteren bir kitap
veya telif çeşidi özelliği kazanmıştır.
İslâm kültüründe mecmua türü, henüz adı konulmadan Hz. Peygamber’in
hadis yazımına izin vermesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu iznin ardından
bazı sahâbîler Resûlullah’tan duyduklarını mecmua tertip etme anlayışı içerisinde
kendi seçimlerine, ihtiyaç ve değerlendirmelerine göre bir araya getirince
hadis literatüründe sahîfe, cüz ve kitap adıyla anılan ilk derlemeler
doğmuştur.
Daha çok Osmanlı ve İran sahasında rağbet gördüğü anlaşılan mecmuaların
kâğıdının kalitesi, rengi, boyutları, cildi, yazısı, tezhibi, şekli gibi vasıfları
ve maddî nitelikleri itibariyle birbirlerinden çok farklı olduğu, bir kısmının
düzensiz, âdeta karalama defteri, bir kısmının çok düzenli ve özenli bir sanat
eseri niteliği taşıdığı görülmektedir. Düzensizlerin çoğu doğrudan derleyicisinin
eliyle yazılmış olduğu için okunaksız ve istinsah hatalarıyla dolu, babadan
oğula veya elden ele intikal ettiğinden dolayı farklı kişilerin yazısına ve
ilgisine göre şekillenmiş, değişik konulara yer veren güvenilmez metinler halindedir.
Mecmualar Arapça, Farsça, Türkçe olarak tek bir dille kaleme alındığı gibi
derleyenin bu dilleri bilip bilmemesine ve derlenen metinlerin diline göre
bunların ikisinin veya üçünün birlikte kullanıldığı metinler halinde de yazılmıştır.
Çoğunlukla ilmî ve dinî konularda derlenmiş mecmuaların mensur ve
Arapça, edebiyat ve sanat konularındakilerin ise manzum ve FarsçaTürkçe
olduğu görülmektedir.
Pek çoğu bir tür el kitabı mahiyetinde olduğundan fazla rağbet gören, ayrıca
iddiasız bir isim taşıdığı için kitap yazmaktan kaçınan müellifler tarafından
tercih edilen mecmua bundan dolayı Osmanlı dünyasında çok yaygınlaşmış
ve ilim dallarına göre çeşitli türlere ayrılmıştır. Bunlardan içinde edebî
metinlerin yer aldığı başlıcaları şunlardır: divan, şiir, nazîre, kaside, gazel,
na’t, medhiye, mersiye, muamma, lugaz, rubâî, letâif, destan, lugat; münşeat,
inşâ, vefeyât, biyografi (terâcim); risâle; fevâid; musiki. Bunlar çoğu kütüphane
kataloglarına mecmua adıyla girmiş bulunan edebiyat ve kültürümüzün
kaynaklarını muhafaza eden önemli eserlerdir.
4. Cönk
Genellikle âşık edebiyatı, halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin toplandığı
anonim mahiyette bir mecmua türü olarak tarif edilen bu gruptaki eserlere ad
olan kelimenin, sözlüklerle ansiklopedilerde aslı, mâna ve muhtevası hakkında
farklı bilgiler verilmektedir. Cava ve Malaya dillerindeki djong (conk) kelimesinden
gelen cönk batı dillerine de yakın bir telaffuzla geçmiş olup, “Çin
denizlerinde kullanılan dibi düz ve dört köşeli, puruvası, çıkıntılı baş bodoslaması
ve kıç pupası, dümeni muallakta olan yelkenli gemiler için de genel
bir ad olmuştur (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi)
Kelimenin Türkçe olduğunu söyleyen bazı araştırıcılar cöngü "türlü konuların,
özellikle çeşitli şairlerden seçilmiş şiirlerin yazılı olduğu kitap veya
defter" şeklinde tarif eder ve "büyük gemi, fakirlerin kullandığı satrançlı çul
ve kilim, büyük nesne" anlamlarında kullanıldığını söyler (Ferheng-i Nizâm,
II, 408). Şeyh Süleyman Efendi de cönge "gemi, sefîne" karşılığını verir ve
bir edebiyat terimi olarak "mecmua" anlamına da geldiğini belirtir (Lugat-ı
Çağatay ve Türkî-i Osmanî, s. 142).
Cönk ansiklopedilerde genellikle "uzunlamasına açılan ensiz, uzun yazma
mecmualara verilen ad" olarak tanıtılmış ve "mecmua"nın belli konularda seçilmiş
örnek metinlerden oluşan yazma ve basma kitaplar için kullanıldığı
söylenerek cönkle mecmua arasında bir ayırım yapılmamıştır. Cönk kelimesi
gerek gemi anlamıyla gerekse mecmua ve diğer anlamlarıyla XV. yüzyıldan
beri Türkçe'nin çeşitli lehçelerinde kullanılmıştır.
Kütüphanecilik açısından bir kitap şekli olarak da değerlendirilebilecek
olan cönklere şekillerinden dolayı "dana dili" denilmekte; halk arasında ise
"sığır dili" olarak adlandırıldığı bilinmektedir. Cönkler kütüphane
kataloklarında çoğu kere "mecmûa-i eş'âr" adıyla fişlenerek, fişin bir köşesine
"cönktür" kaydı konulur.
Bazı cönklerde bulunan farklı yazılardan metnin tek elden çıkmadığı anlaşıldığı
gibi imlâ değişiklikleri de yine bu sebepledir. Ayrıca cönklerin ilk
sahibinden sonra kaç el değiştirdiğini anlamak kolay değildir. Bir cönkte ayrı
yüzyıllarda yetişmiş şairlerden örneklere rastlanması da bu durumun başka
bir tanığıdır. Okunamayacak kadar kötü yazılmış olanlar yanında çok düzgün
ve okunaklı, hatta hattat elinden çıkmış kadar güzel olanları da vardır.
Genellikle âşıkların, seyrek olarak da divan şairlerinin bir kısım şiirlerini
ihtiva eden cönklerde çeşitli dualar, sihirle ilgili notlar, ilâç tarifleri, sahibini
ilgilendiren doğum ve ölüm tarihleri, alacak verecek hesapları, anonim türkü,
mâni ve ilâhiler, halk hikâyeleri ve daha birçok konu ile ilgili bilgiler bulunmaktadır.
Halk, gezgin şairlerin uğradıkları yerlerde söyledikleri türkü, koş-
ma, destan ve fıkraları, hikâyeleri çok defa aklında tutabildiği kadarıyla eksik
ya da yanlış olarak kâğıda geçirmiş, böylece sayısız ve birbirinden çok farklı
muhtevaya sahip cönkler meydana gelmiştir.
Günümüzde âşık edebiyatı, dinî-tasavvufî edebiyat ve birçok folklor örneklerinin
yazılı kaynaklarının başında cönkler gelmekte ve bu eserler ilk
derlemelerin bulunduğu yazılı kaynaklar olarak büyük önem taşımaktadır.
Cönklerin bir başka özelliği de bunlarda çok önemli dil malzemesi bulunmasıdır.
5. Müntehabât
Sözlükte “seçilmiş, seçilerek bir araya getirilmiş” anlamındaki müntehab kelimesiyle
çoğulu olan müntehabâtın İslâm dünyasında bir telif türünü ifade
eden terim olarak yaygın bir kullanım alanı vardır. Geniş hacimli eserlerin
içinden belirli kısım veya konuların seçilmesi, tekrarlardan arındırılıp özetlenerek
bazan müelliflerince yeniden düzenlenmesiyle meydana gelen kitaplarla
tanınmış müelliflerin eserlerinden yapılmış manzum-mensur derlemelere
müntehab (müntehabât) adı verilmiştir. Aralarında bazı küçük farklar bulunmakla
birlikte mecmûa, muhtâr / muhtârât, muktetaf / muktetafât gibi adlar
taşıyan derlemelerle muhtasar / muhtasarât, mülahhas, telhîs, hulâsa, tehzîb,
zübde başlığını taşıyan eserlerin bir kısmı da bir tür müntehabât sayılır.
müntehabat Türk edebiyatında manzum-mensur eserlerden yapılmış seçkilerin
adlandırılmasında görülmektedir.
Türk-İslâm edebiyatı metinleri için kullanıldığında, günümüz Türkçesi’nde
“seçki, şiir seçkisi” kelimeleriyle karşılananan müntehabât, daha yaygın
bir ifade ile antoloji manasına gelmektedir. Edebiyatımızın ekseriyetle
kasideden mısra’ya kadar manzum eserlerini derleyen kitaplar bu adla anılmaktadır.
En eski örnekleri nazire mecmuaları olan bu metin kaynağı, bizde
daha çok XIX. yüzyıldan sonra gelişmiştir.
Manzum edebî eserlerden seçilerek oluşturulmuş mecmuaların birçok
özelliği müntehabât adı taşıyan eserler için de söz konusudur. Bu yakınlığı
Mecmûa-i Müntehabât, Mecmûa-i Müntehabât-ı Eş’âr, Mecmûa-i
Müntehabât-ı Şi’riyye-i Arabiyye ve Fârisiyye, Mecmûa-i Müntehabât-ı
Kasâid ve Eş’âr-ı Fârisiyye gibi derlemelerle mecmûa-i edebiyye,
mecmûatü’l-eş’âr, mecmûatü’l-ebyât gibi adlarla anılan manzum eserlerin
isimlerinden başlayarak tespit etmek mümkündür.
XIX. yüzyıldan sonra gelişmiş müntehabatlara Şinâsi’nin (İstanbul 1289)
Müntehabâtı Eş’âr’ı ve Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’nin Müntehabât-ı Dî-
vân-ı Fevzî adlı eserleri (İstanbul, ts.) örnek verilebilir. Müntehabâtların Türk
edebiyatında en tanınmış örneği Ziyâ Paşa’ya aittir. 432 Türk, 448 Fars ve
382 Arap şairinin 1262 şiirini ihtiva eden Harâbât’ı Türk edebiyatında bütü-
nüyle şiire tahsis edilen müntehabâtların en hacimli ve en önemli örneğidir (I,
İstanbul 1291; IIIII, 1292).
XX. yüzyıl başlarında edebî metinleri derleyen antoloji niteliğindeki kitaplar
arasında Bulgurluzâde Rızâ Bey’in Müntehabât-ı Bedâyi’-i Edebiyye’si
(I, İstanbul 1326 [manzum]; II, İstanbul 1326 [mensur]; İstanbul 1326 [zeyil]),
Re’fet Avni ve Süleyman Bahri’nin birlikte hazırladıkları Resimli
Müntehabât-ı Edebiyye (İstanbul 1329), Fâik Reşad’ın Muharrerât-ı Nâdire
yâhud Hazîne-i Müntehabât’ı (İstanbul 1307), Mehmed Cevdet’in
Müntehabât-ı Sahâif-i Nefîse’si (İstanbul 1330) zikredilebilir. Sadece beyit
ve mısraları derleyen müntehabâtlar da vardır.