Bu kaynak grubuna, İslâm kültürüne başka yazılı ve sözlü kaynaklardan intikal
eden eski ümmet ve milletlerin başlarından geçenleri de eklemek gerekir.
İsrailiyyat’tan gelen malzeme ve rivayetler dinî açıdan değerli ve önemli
olmasa da Türk-İslâm edebiyatının zenginleşmesine katkı sağlamak bakımından
önemli bir kaynaktır. Bu alanın malzemesini önce Kur’an ve hadis sağ-
lamakta, ardından semavî dinlerin -İslâm inancına göre tahrif edilmiş sayılsa
da- İncil ve Tevrat gibi mukaddes kitaplarıyla bunların tefsirlerinden gelen
bilgiler ciddi bir zenginliğe sebep olmakta, ayrıca doğruluğu tartışılsa da bu
dinlere inanan kavim ve milletler arasında dolaşan sözlü (şifâhî) rivayetler de
şair ve ediplerin anlatımını renklendirmektedir.
Nitekim bu anlayışın en güzel manzum örneklerini Yûnus’un mısralarında
görmek mümkündür:
“Tevrât ile İncîl’i Zebûr ile Furkân’ı
Bunlardaki beyânı cümle vücutta bulduk”
veya:
“Sen seni ne sanırsan ayruğa da onu san
Dört kitâbın mânâsı budur eğer var ise”
gibi beyitler güzel örneklerdir. Ayrıca bu beraberlik Hz. Adem’den beri bü-
tün peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatlerin aynı olduğunu da ortaya koymaktadır:
“Dört kitâbın mânâsı bellidir bir elifte
Sen elif dersin hoca mânâsı ne demektir.”
Kısas-ı enbiyâ hakkında pek çok bilgi, Kur’an ve hadiste mevcut olduğu
halde onu müstakil bir kaynak olarak zikretmemizin sebebi yukarıda işaret
edildiği gibi bu alanın İslâm dışı yazılı ve sözlü başka kaynaklardan beslenen
malzeme ile zenginleşerek müstakilleşmesidir. Türk-İslâm edebiyatında aynı
adla anılan bir türün ortaya çıkmasının sebebi hakkında bir fikir vermek için
XV. yüzyılda Anadolu’da Hz. İbrahimi konu alan Halilname adlı
eserin müellifi Abdülvâsi Çelebi’nin “Der medh ü sebeb-i nazm-ı kitab” bölümüne,
yani eseri neden yazdığını anlatan mısralara bakmak yeterlidir: Çelebi Sultan
Mehmed, şair Ahmedî’den Farsça Veys ü Ramin’i tercüme etmesini istemiş
onun çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra, tercümeyi tamamlayamadan
ölmesi üzerine mesneviyi Abdülvâsi Çelebi’ye havale etmişti. Çelebi bu eski
hikâyeyi:
Ne vaaz ü ne hikâyet, ne garâib
Ne pend ü ne nasihat ne acâib”
beytinde ifade ettiği gibi beğenmemiş;
Ne kim dünyada var maksûd u mahbûb
Bunun içinde vardır hûb u matlûb
Bunu nazmeylemek yeğ gördüm andan
Nebîler kıssası kandan o kandan”
beyitlerinde ifade ettiği üzre “peygamber kıssası nerde o nerde” diyerek
Halilnâme’yi kaleme almıştır.
Belli başlı peygamber kıssalarının Türk-İslâm edebiyatındaki yeri önemi ve
değeri hakkında daha geniş bir fikir elde etmek için Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Hz. İbrahim”, “Hz. İsâ” ve “Hz. İsmail” gibi
maddeler yanında, bütün peygamberler ve onlarla ilgili diğer olayların tasavvufi
olsun olmasın, birer divan mazmunu olarak beyitlere nasıl intikal ettiği hakkında
bilgi edinmek için Ahmed Talât Onay’ın Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar,
(Ankara 1992) adlı eserinin ilgili maddelerine bakılmalıdır.
Peygamber kıssaları içinde en çok sevildiği için pek çok örneği kaleme
alınan “Ahsenü’l-Kasas / Kıssaların en güzeli” diye vasıflandırılan Yusuf u
Zeliha’lar da Kur’an ve Hadis yanında diğer kaynaklardan da beslenen türün
en dikkat çekici, karakteristik ve sayıca zengin örneğidir.
Türk edebiyatında telif veya tercüme, bazısı tasavvufi mahiyette bu konuda
on yedisi elde bulunan otuzdan fazla mesnevi kaleme alınmıştır. (bk. “Yusuf
ile Zeliha”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1998, VIII,
620-621)
Türk-İslâm edebiyatında kaleme alınmış en meşhur Yusuf u Züleyhâ
mesnevisi kime aittir, araştırınız.
Tasavvuf edebiyatı da, bu kaynağın sağladığı malzemeyi değerlendirme
yoluna gitmiş, Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberlerin hayatlarına,
ümmetleriyle olan münasebetlerine ve maceralarına dair sûre, âyet ve hadislerde
yer alan bilgileri tasavvufî bakış açısından yorumlayıp etkileyici örnekler
çıkarmıştır.
Bu anlayışın en müessir ve seçkin örneklerinden biri Muhiddin İbnü’lArabî’nin
Fusûsü’l-Hikem adlı eseridir (Geniş bilgi için bk. M. Erol Kılıç,
“Fusûsu’l-Hikem” DİA, XIII, 230-237). Yirmi yedi peygamberin her birinin
hikmetlerine izâfeten yirmi yedi bölüm halinde kaleme alınan Fusûs, aynı
zamanda hem tasavvufun, hem tasavvuf edebiyatının, hem de İslâmi Türk
Edebiyatının başlıca mevzuları arasında bulunan “hakîkat-i Muhammediye /
insan-ı kâmil” meselesi (Geniş bilgi için bk. Selçuk Eraydın, “Hakikat-i
Muhammediye ve İlgili Beyitler”, Tasavvuf ve Edebiyat Yazıları, İstanbul
1997, s. 289-300) üzerine bina edilmiştir. Nitekim ilk defa Ahmed Bican’ın
Türkçe’ye çevirdiği Fusûsü’l-Hikem, XV. asrın tanınmış mutasavvıf şairlerinden
ve esere ayrı bir önem verdiği için “Fusûsîlerden” diye suçlananlardan
Dede Ömer Rûşeni’nin (ö. 982/1487) müntesiplerinden Bayezid Halife,
Arapça yazdığı Fusûs şerhinden hareketle eserin bazı konularını daha sonra
5500 beyit halinde nazma çekmiştir.
Neticede kısas-ı enbiya’nın Osmanlı şiirini kuvvetle etkilediği ve sağladı-
ğı malzemenin hemen her tür ve şekilde edebî-tasavvufî metinlere intikal ettiğini
söylemek bir hakikatin ifadesi olmaktadır.
Ayrıca bu birikim arasında tefsir literatüründe “İsrailiyyat” adıyla anılan
Kur’an ve hadis dışındaki kaynaklardan intikal eden bilgilerin de yer aldığını
ve tasavvufî yorumlarla metinlere girdiğini söylemek gerekir. Bu bilgiler çoğu
kere mesnevi formunda yazılan eserlerin malzemesini teşkil etmiş ayrıca
İslâmî Türk edebiyatının en zengin telmih hazinesini oluşturarak bütün şiirlere
ve dolayısıyla da edebiyata mal olmuştur.