Doğrudan Dinî Kaynaklar - Tasavvuf ve Tarikatlerden Gelen Malzeme

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
Yukarıda zikredilen üç kaynağın dışında, İslâmî ilimlerin ortaya çıkması safhasında
müstakil bir disiplin olarak gelişmeye başlayan tasavvuf,
tekemmülünü tamamladıktan sonra fikri yönü yani teorisi,
ilim ve sanat tarafı yani literatürü ve edebiyatı yanında,
pratiği yani tekke zaviye gibi müesseseleri ve burada yaşanan tasavvufî hayatın
adabı ve merasiminden meydana gelen
özel ritüelleri, bu mekânlar dışındaki genel yaşama/yaşanma biçimiyle,
İslâmî Türk edebiyatında yerini almıştır.

Bu konuda bir fikir edinmek için Hz. Mevlânâ’dan ve Mevlevîlik’ten hareketle
örnek vermek uygun görünmektedir. Onun Divan-ı Kebir’i tasavvufun
vahdet-i vücüd, aşk, devir vb. esaslarını edebî bir dille, yüksek felsefî bir
bakış açısıyla ortaya koymakta, Mesnevî’si aynı esaslarla tasavvufi ahlâk ve
anlayışları ibret verici bir takım hikâyelerle, geniş kitlelerin anlayabileceği
bir şekilde işlemekte, Mevlevî dergâhları olan Mevlevihânelerde yaşanan
tekke hayatı da pratiğini, merasim ve adabını meydana getirmektedir. Diğer
tarikatler için ise benzeri farklılıklara örnek olarak, metinleri Türkçe olduğu
için Türk-İslâm edebiyatıyla daha yakın ilgisi bulunan ilâhiler ve gülbankları
hatırlamak yeterlidir. Nitekim her tarikatin ilahileri adlarından başlayarak,
muhtevası zikir esnasında okundukları yerler bakımından farklılık gösterdiği
gibi gülbank denilen manzum mensur, Türkçe, Arapça ve Farsça duaları da
tarikatlere ve okundukları yerlere göre farklıdır.

Netice olarak zamanla başlı başına özel bir alan halinde gelişerek Tasavvuf
ve Tekke edebiyatı adı altında çok zengin bir saha teşekkül etmiş ve tasavvuf
Türk edebiyatının klasik ve halk edebiyatı sahalarına da kaynaklık
yapmış, bu alanları da beslemiştir.

Burada Hz. Mevlânâ ve Mesnevî’sinin de ayrı ve önemli yerine işaret etmek
gerekir. Hüsn ü Aşk müellifi Şeyh Galib’in, eserini Mesnevi’den intihal
etmekle suçlayanlara verdiği cevap bu etkiyi bütün Türk şiirine şâmil kılacak
kadar vecizdir:

“Esrarımı Mesnevî’den aldım
Çaldımsa da mîrî malı çaldım”.

Nitekim Türk edebiyatında başta tasavvufi mesneviler olmak üzere pek
çok eser Hz. Mevlâna ve Mesnevî’nin ilhamıyla yazılmıştır. Bunlardan ilk akla
gelenler Aydınlı Dede Ömer Rûşenî’nin Miskinlik-nâme, Ney-nâme, ve
Çoban-nâme’sidir.

Yapılan araştırmalar Mevlânâ’nın edebiyatımız üzerindeki tesirinin eskisi
kadar olmasa bile günümüz Türk şiirinde devam etmekte olduğunu göstermektedir
(Geniş bilgi için bk. Hasan Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Mevlânâ Okulu
ve Misyonu, Edirne 2002).

Tasavvufun Türk edebiyat ve sanatındaki yeri ve önemini anlamak için
tekke edebiyat ve musıkîsinde en kıymetli türünü meydana getiren, ilâhî’ye
daha genel olarak bakmak yeterlidir. Tasavvufî ve dinî yahut tekke ve cami
ilâhileri olarak iki kısımda incelenebilecek olan bu manzumeler, “Mağz-ı
Kur’an ve lübbü ehâdis /Kur’an ve Hadisin özü” tanımlamasıyla nitelenen
evliya sözlerinden oluşmaktadır. Burada söze ilâhî sıfatı verilmekle ondaki
rabbanî öze işaret edilmektedir. Nitekim Yunus Emre’nin:

“Yunus’un sözü şiirden amma aslı Kitaptan
Hadis ile denene key bil sadık olmak gerek”
ile

“Söz karadan aktan değil yazıp okumaktan değil
Bu yürüyen halktan değil Hâlik âvâzından gelir”

gibi beyitleri bu gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Türk Edebiyatında mutasavvıfların nesirden ziyade manzum söze rağbet
etmelerinde birçok sebep yanında ilâhîlerin maddî mânada “sözün güzeli” nitelemesine
daha uygun düşmesi, muhteva itibariyle ise “en güzel sözü” beşeri
ölçülerin en güzeliyle gönüllere aktarmada ve anlatmada etkili bir vasıta kabul
edilmesinin önemi vardır. Bu etkide dinî Türk musıkîsinin önemli bir yeri
olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.

Tasavvufun Türk-İslâm edebiyatıyla yakın ilgisini gösteren bir başka
önemli taraf da her iki alanın özellikle terâcim-i ahvâl (biyografi) kaynakları-
nın büyük ölçüde müşterek oluşudur. Bunda bir taraftan Ahmet Yesevi, Yunus
Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Niyazî-i Mısrî, Şeyh Galip gibi bir kısım şairlerin
aynı zamanda mutasavvıf kimliğine sahip olmaları, diğer yandan da divan şairi
olarak tanınan Şeyhî, Fuzulî, Bakî, Nabî, Nef’î, hatta Nedim gibi isimlerin
farklı derecelerde olmakla birlikte, şiirlerinde tasavvufî mazmunları ustaca
kullanmış olmalarının etkisi çoktur.

Nitekim Sakıp Dede’nin, ağır bir inşa üslubuyla ve devrine göre bile son
derece ağdalı ifadelerle kaleme aldığı Sefine-i Nefise-i Mevleviyan’ı (I-III,
Kahire 1283), ile Esrar Dede’nin, 200’den fazla mevlevi şairinin biyografisine
yer veren Tezkire-i Şuarâ-i Mevleviyye’si (nşr. İlhan Genç, Ankara 2000)
mevlevî şeyh, derviş ve şairlerinin hayatlarını anlatan eserlerin başında gelir.
Hulvî Mehmed Efendi’nin Lemezât-ı Hulviyye ez lemeât-ı ulviyye’si (yetersiz
bir sadeleştirmesi Serhan Tayşi, İstanbul 1980;1993) halvetî meşâyih
ve şairleri hakkındaki en önemli tabakattır.

Bunlar bir yönüyle mevlevi mutasavvıfları tanıtırken diğer taraftan bir
tarikatle şu veya bu seviyede irtibatı olan şairlerin hayatı hakkında bilgi verirler.

Osmanzâde Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i Evliya’sı ise (I-V, İstanbul 2006)
XVII-XX. yüzyıllarda yaşamış, çoğu Osmanlı 2000 kadar mutasavvıfın hayatını
eserlerini ve bunların manzum metinlerini aktaran önemli bir eserdir.

Netice olarak bu tasnifte yer alan unsurların tamamı Türk Edebiyatında
manzum ve mensur şekilde kaleme alınmış eserlere adeta tükenmez bir malzeme
temin etmiş olmaktadır. Bir başka deyişle, edebî eserlerin muhtevasını,
Kur’an ve Hadis yanında, onlardan kaynaklanmakla birlikte farklı
menbalardan gelen bilgilerle zenginleşerek adeta müstakilleşmiş olan kısas-ı
enbiya, siyer ve tasavvufla daha kapsamlı, aydınlatıcı ve doyurucu bir şekilde
beslemiştir.