Türk-İslâm Edebiyatı, İslâmlaşma sonrası edebî hayatı ifade eder. Bu edebiyat,
Karahanlılar devrinde Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig
ile başlamıştır. Bu edebiyat, Türklerin Ortadoğu ve Anadolu’ya doğru cereyan
eden göçleri neticesinde, yeni coğrafyalar, kültürler ve dillerin keşfiyle
tekâmül etmiştir.
Kronolojik olarak Karahanlılar döneminde ilk ürünlerini veren bu edebiyat,
Selçuklular döneminde gelişmiş ve Osmanlı döneminde klasikleşmiştir.
Bu tarihi seyir, edebî eserin özünde herhangi bir değişikliğe sebebiyet vermez.
Çünkü bu üç dönemde de sanatkâr, İslâm ilimlerinin ve düşüncesinin
imkânlarından yola çıkarak eserini yazmıştır. Dünya görüşü, hayat ve varlık
anlayışı, sanata yüklediği anlam, edebî eserden beklentileri gibi temel konular
aynıdır. Bu aynilik, Tanzimat ile birlikte kırılmaya uğrayacaktır. Tanzimat,
III. Selim döneminden itibaren bir devlet politikası olarak uygulanmaya
konan ıslahat hareketlerinin neticesi olarak hayata geçirilen modernleşme ve
yenilenme döneminin adıdır. 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Şerîfi’nin okunmasıyla
başlayan bu süreç, bir kısım sosyal ve kültürel değişmeleri içerir. Bu
değişim yeni edebî anlayışı da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla bazı edebiyat
tarihçileri, İslâm uygarlığı çerçevesinde gelişen Türk-İslâm Edebiyatı’nın
yerini Tanzimat Edebiyatına bıraktığını ileri sürmüşlerdir (Levend:
1962, 3).
Tanzimat bir devlet politikasıdır. Bu politikaya bağlı olarak uygulanan
zorunlu kültür değişimleri, zamanla Batılı değerler, düşünceler ve bilgilerle
birlikte gelişen yeni estetik zevki ve anlayışı toplumda egemen kılmıştır. Fakat
şu var ki, bütün bu değişimler, her ne kadar bir kısım zihni değişimleri beraberinde
getirse de millî üslûp ve karakteri bütünüyle etkisi altına alamamış-
tır. İslâmiyet’le birlikte millî karakter ve üslûp, tevhitçi dünya algısıyla yeni
bir şekil almıştır. Dolayısıyla Tanzimat döneminde uygulanan değişim politikaları,
şiirde bir kısım biçimsel ve tematik değişikliklerin yanında, düz yazıda
roman, hikaye, fıkra, tiyatro ve makale gibi yeni türleri ve formları kazandırmıştır.
Batı’da gelişen maddeci görüşlere dayalı felsefe okullar, bilim ve
sanat anlayışları, din tasavvurları ve algıları zaman içinde Türk aydınını etkisi
altına almıştır. Bu etki, doğal olarak zihni değişmi beraberinde getirmiştir.
Böylece seküler (dünyevî) konuların ağırlıklı varlığını gösterdiği yeni bir sanat
anlayışı gelişmeye başlamıştır. Bu yeni anlayış içinde gelişen edebiyat,
Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı olarak nitelendirilmektedir.
Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı iki koldan gelişme gösterir:
1.Devam eden klasik edebiyat,
2.Yeni edebiyat.
Kasideleri, gazelleri, mesnevileri, manzum ve mensur eserleriyle kendine
özgü bir dünya anlayışını aksettiren ve klasikleşen İslâm Kültürü Etkisinde
Gelişen Türk Edebiyatı, bu dönemde de varlığını korumuştur. Kullanılagelen
biçim, form ve zihniyetle eserler telif eden şair ve yazarların var olduğu bir
gerçektir. Hatta bu şairlerin bir araya gelerek Encümen-i Şuarâ adıyla bir topluluk
oluşturdukları da bilinmektedir.
Yeni edebiyat, klasik edebiyatın aksine, daha çok nesre dayanan, tiyatro,
hikâye, makale, fıkra gibi yeni edebî türlerle birlikte, dindışı temalara öncelik
veren bir sanat anlayışını ifade eder. Bu edebiyat, eskiye ait unsurların bir
kısmını tasfiye eden, yaşatmak zorunda olduğu unsurları ise yaşanan sosyal
ve kültürel değişmenin gerektirdiği dil, tema ve form yapısı ile kaynaştıran
bir edebiyattır. Bu sebepledir ki, her ne kadar yeni türlere, dil, tema ve forma
sahip olsa da içinde eski olarak nitelendirdiği kültürden izler de taşır. Dolayı-
sıyla bu dönem de ve daha sonraki dönemler de Türk-İslâm Edebiyatı içinde
ele alınıp incelenmesi mümkün olan eserlere sahiptir. Şu halde Türk-İslâm
Edebiyatı, Karahanlılar döneminden başlayan ve devam eden bir edebiyattır.
Necla Pekolcay, VI. Millî Türkoloji Kongresi’ne sunduğu “Yahya Kemâl’in Şair
Olarak İslâmî Türk Edebiyatındaki Yeri” başlıklı bildirisinde şunları söylemektedir:
“Şiir bâzı şahsiyetler için his ve inançları en iyi şekilde anlatma vasıtası-
dır. Yahya Kemâl de, bu guruba dâhil etmemiz gereken şahsiyetlerden biri
olarak, İslâmî Türk Edebiyatı içinde belirli bir yere sahip olmuştur.
Yahyâ Kemâl'in yetiştiği devrede, İslâmî ve millî kültürün birçok sanatkârlar
üzerindeki te'siri bârizdir. Fakat bu te'sir, bâzılarında sathî, bâzılarında
derin izlerle kendini gösterir. Yahyâ Kemâl ikinci tür sanatkârlardandır. Yaşadığı
her an ve yerde, şâirimizin milletini ve dînini hemen dâima hatırladığı,
bu meyanda da eski ve yeniyi his ve ifadesiyle mezcettiği görülmektedir. Aynı
zamanda, onun şiirinin, hakîkat ve hayâlin karıştığı gidiş yolu içinde millî
ve dinî duygu da birleşmektedir.
İslâmî konuları, bu hususta sâhib olduğu kültür sayesinde, gereğince sıralayıp
işleyebilen Yahyâ Kemâl, vatanının her parçasına ve milletinin fertlerine
karşı duyduğu içten sevginin ve millî kültüre vukufunun sâyesinde de,
Türk milletini ve Türk vatanını lâyıkı ile tanıtabilmiş, vatan ve vatandaşı
kendi öz benliğiyle kaynaştırmıştır. Milletine güvenme ve en zor anlarda bile
ümit, onda dâimâ mevcuttur. Onun için, zaferlerimiz birer cihad sonucudur;
aydınlık, ışık timsâlidir.” (Pekolcay:1986, 81)
Tarihi açıdan geniş bir alana sahip olan Türk-İslâm Edebiyatı’nın, edebî
eserin içeriği itibariyle sınırlandırılması mümkündür. Bilhassa yeni edebiyat
içinde, dinî ve tasavvufi konuları ele alan edebî eserler ve doğrudan doğruya
dinî ve tasavvufi konularda yazılmamakla birlikte, tasavvurları, imgeleri ve
motiflerinde bu kaynaklardan yararlanan eserler Türk-İslâm Edebiyatı içinde
değerlendirilebilir.