Din ve Edebiyat

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
Din ve Edebiyat
« : 27 Şubat 2018, 13:07:26 »
Din, farklı disiplinler açısından ele alınıp tanımı yapılan bir kavramdır. Kelimenin
etimolojik kökeni ve tariflerinin yanında, kaynağı, tasnifi, bireyi ve
toplumu etkileyen ilkeleri ve esasları itibariyle de tanımlanmıştır. Bununla
birlikte edebiyat açısından dinin tarifini yapmak güçtür. Çünkü din, bir yö-
nüyle edebiyatın kaynağıdır; diğer yönüyle de, tanınmasında, yayılmasında
ve kültürel değerlerini oluşturmasında edebî eserin dil, ifade ve formlarından
yararlanan bir sosyal kurumdur.

Din bireyi mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştirir; ahlâkî
bir kurum olarak insanlara yön verir, bireyi içten kuşatarak yönlendirir.
Bunu da büyük oranda sözün büyülü gücünden yararlanarak yapar. Her şeyden
önce, her dinin bir kutsal metni vardır. Kutsal metin, bir yandan okuyana
dinin temel ilkelerini öğretirken, öte yandan da onu metafizik gerçeklikle buluşturur.
Böylece dindar, kutsal kitabı okurken edebî bir bilince ve dil zevkine
de ulaşır. Ulaşılan bu bilinç ve dil zevki, sanatın merkezinde ye alan estetik
duyguyu ifade eder. Din, metafizik problemlere getirdiği çözümler, hayata
yüklediği anlam, varlık, bilgi ve ahlak anlayışıyla estetik duyguyu besleyen
en önemli kaynaktır.

Din ve edebiyat ilişkisi edebiyat bilimcilerinin ve eleştirmenlerin üzerinde
durduğu konulardan birisidir. Bu ünitede, öncelikle din ve edebiyat ilişkisi
inceleme konusu edilecektir. Daha sonra Türk-İslâm Edebiyatı’nın tanımı
yapılarak kapsamına işaret edilecek ve diğer ilimlerle olan ilişkisi ortaya konacaktır.
Buradaki asıl amaç, kitabın diğer ünitelerinde ele alınan konuların
anlaşılmasına teorik bir temel oluşturmaktır.

DİN VE EDEBİYAT

Edebiyat, dile bağlı bir sanattır. Bir kavram olarak dilimizde Tanzimat sonrasında
kullanılmaya başlayan edebiyat, insana ait bir duyguyu, düşünceyi, hayali,
yorumları, tutumları, gözlemleri dilin imkânlarıyla en güzel şekilde anlatma
sanatıdır. Diğer bir ifadeyle edebiyat, duygu, düşünce veya hayallerin
heyecan, hayranlık ve estetik zevk uyandıracak şekilde ifade edilmesidir
(Okay:1994, 395). Bu sanat, bir dönemin, bir toplumun hissiyatını, inançları-
nı, irfanını, bilgilerini, algılarını, kavrayışını ve estetik dünyasını yansıtan
ayna konumundadır.

Alman düşünürü Hegel, güzel sanatları,
plastik, fonetik ve söz sanatı olmak üzere üç guruba ayırır.
Plastik sanatlar, heykel ve dekoratif sanatlar, mimari ve resimdir.
Fonetik sanat, mûsikî;
söz sanatı ise, edebiyattır.

Beş temel sanattan birisi olan edebiyatın insanı mukaddes duygu, ortak şuur ve
vicdan etrafında birleştiren ve ona ahlâkî açıdan yön veren dinle bir ilişkisi
var mıdır? Eğer var ise, bunun mahiyeti nedir? Her şeyden önce şunu ifade
etmek gerekir: Güzel sanatların başlangıcı hakkında araştırmalar yapan ilim
adamları ve estetik zevkin ortaya çıkışını ve gelişimini araştıran uzmanlar,
mûsikînin, raksın, şiir ve edebiyatın menşeinin din olduğu kanaatine sahiptirler
(Köprülü: 1989, 49). Diğer bir ifadeyle sanatın ilk örnekleri ayinlerde ortaya
çıkmıştır. Şiirin de ilk örnekleri bu ayinlerde söylenmiştir. En azından
Türk şiirinin, Şeylân, Sığır ve Yuğ adlarıyla bilinen ayinlerde söylenerek geliştiğini
bilmekteyiz. Dolayısıyla buralarda söylenen yahut okunan şiirler de
dinî içeriğe sahiptir.

Bazı dilbilimciler insanın varoluşuyla birlikte sözün de var olduğu kanı-
sındadırlar. Hatta bazı kutsal metinlerde, “önce söz vardı” denilmektedir. Bu
ifadeyi esas alan bazı dilbilimciler, sözün insandan eski olduğunu düşünmektedirler.
Her halükarda söz, insanla yahut insandan evvel vardı ve bu söze
bağlı olarak da edebiyat sanatı ortaya çıktı. Demek ki, sözlü kültür içinde gelişen
edebiyat sanatının kökleri insanlık tarihi kadar eskidir. Dil, insanın yaptığı
yeni keşiflerle, içine girdiği yeni toplum ve medeniyetlerle birlikte değişen
ve gelişen bir varlıktır. Edebiyat da dile paralel olarak gelişmiş, başlangıçta
dinî törenlerde söylenen dua ve ilahilerle sınırlı iken, zamanla dünyevî
(maddi/seküler) alana doğru dönüşmüştür.

Edebiyat sanatının yegâne malzemesi sözdür, kelimelerdir. Din, bu söz
varlığını zenginleştiren, değiştirip dönüştüren bir özelliğe sahiptir. Diğer bir
ifadeyle din, kendi tefekkürünün ifadesini kendi dilinde taşır. Daha doğrusu,
dinî inanç, duygu, düşünce ve tecrübenin oluşturduğu sembollerden oluşan
bir din dili vardır. Bu dil, o medeniyet dairesine giren toplumun dili üzerinde
etkili olur. Toplumların geçirdiği tarihî süreç ve içine girilen kültürel ortamlar,
sanatı, sahip olunan dili ve edebî duyguyu geliştirir. Edebiyat ve din öylesine
iç içedir ki, “dinsiz edebiyat, edebiyatsız din olmaz” düşüncesini temel
ilke olarak benimseyenler olmuştur. Fuat Köprülü, sanat ve edebiyatın din ile
olan bağlantısı hakkında şunları dile getirir:

“Dinin mahiyeti hakkında yapılan tetkikler açıkça ortaya koymuştur ki,
günlük hayatın dayanılmaz meşakkatleri ile yorulan fikri eğlendirecek ve dinlendirecek
oyun ve sanat gibi şeylere serbest bir saha bırakmak, dinin aslî tabiatında
mevcuttur. Sanatı her ne şekil ve mahiyette olursa olsun, bütün ayinlerde
mevcut bir zarûrî unsur gibi telâkkî etmeli, her dinde mutlaka şiir olduğunu
bilmeliyiz… Manevî varlığın muntazam bir surette işlemesi için ona
olan ihtiyaç, maddî hayatın devamı için gıdalara olan ihtiyaçtan daha kuvvetsiz
değildir, bir toplum ancak onunla varlığını devam ettirip kuvvetlendirebilir.”
(Köprülü: 1989, 50-51)

Başlangıçta din adamları, aynı zamanda ilk sanatkârlardır. Dinî ayini idare
eden şaman, bu görevinin yanında, şifacı, büyücü, mûsikîşinâs, rakkas ve
şairdir. Toplumun en önemli aktörü olan şaman, söylediği şiirlerle sözlü kültüre,
sanata ve edebiyata hayat vermiştir. Bu dönemde Kam, Oyun, Bahşı ve
Ozan gibi isimlerle anılan şair (Köprülü: 1986, 67-69), toplumsal hadiseleri
destân şeklinde şiire dönüştürmenin yanında, ölenlerin arkasından sagu, lirik
duyguları ifade eden koşuk ve hikmete ilişkin savlar söylemiştir. İslâmlaşma
öncesi bu edebî eserlerde, içinde bulunulan dinin değerlerini, inanç esaslarını,
ilkelerini ve beslediği duyguyu bulmak mümkündür.

İslâmlaşmayla birlikte edebiyat ve din ilişkisi daha zengin bir mahiyet kazanmıştır.
Nitekim Türkler İslâmlaşma sürecinde tabii bir kültür değişimi yaşamış,
yeni bir estetik anlayış içerisinde kendilerini bulmuşlardır. Bu estetik
anlayış, dünya görüşünde, yaratılış telakkisinde, hayat ve varlık tasavvurunda
kendini göstermiştir. Bütün bunlar içine girilen yeni dil havzası içerisinde
yeni edebî eserlerin hayat bulmasını sağlamıştır. Bu dönemde doğrudan
doğruya dinî kaynaktan beslenen edebî eserlerin iki koldan gelişim gösterdiğini
söylemek mümkündür:

1. Dinî metinleri açıklamayı ve öğretmeyi amaçlayan edebî eserler.
2. Dinî duyguyu ve tecrübeyi aktaran edebî eserler.
Her iki kol da Kur’an, Hz. Peygamber’in sünneti, İslâm Tarihi gibi dinî
metinlerden beslenerek gelişmiştir. Fakat ilkinde, İslâmi ilimlerin temel kavramları,
mantığı ve metodundan yararlanarak gelişen bir edebiyat vardır. Daha
doğrusu bu türden eserler, edebiyatın dil ve ifade imkânından yararlanarak
dinî düşünceyi ve ilmi birikimi sunan edebî eserlerdir. İkincisinde ise, din dilinin
tecrübeyle, hayatla ve zamanla buluşması söz konusudur. Bu da kendi
içinde iki kategoride kendini gösterir: Sanatı önceleyen eserler ve sufi şairlerin
eserleri.

Kitabınızın 2.ünitesinde Türk-İslâm Edebiyatı’nın İslâmî kaynaklarını okuyunuz.
Sanatı önceleyen eserler, dinî duyguyu ve düşünceyi edebî eserde söz ve
mana sanatlarıyla yoğuran eserlerdir. Şair, her şeyden önce sanatkârdır. Fakat
bu sanatını ortaya korken içinde yaşadığı kültürün dil zenginliklerinden yararlanır.
Dinî duygu, düşünce ve semboller, bu türden eserler için, sadece
benzetme, tasvir ve çağrışımlar açısından bir araçtır. Oysa sufi şair, dinî duyguyu
yoğun bir şekilde yaşadığından, bizzat tecrübe ettiği ve içselleştirdiği
konuları sanata dönüştürür. Sanat onun için duyumsadığı ve idrak ettiği hakikati
sunmasına yarar. Her ne kadar o edebiyata faydacı nazarla baksa da, yine
de eserinde edebî heyecan, zevk ve ahengi ihmal etmez. Bu bakımdan onda
hikmetli söz sanata ve lirizme bürünmüştür.

İslâmlaşma sonrası edebî eserler bir bütün olarak değerlendirildiğinde şu
görülecektir: İçine girilen yeni hayatta edebiyat dinden; dinî kültür ve düşünce
de edebiyattan etkilenmiştir. Bir bakıma bu dönemdeki edebî faaliyetler,
dinî kaynaklıdır. Bu edebî anlayış Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir.
Tanzimat, Fransız aydınlanmasının etkisiyle dünyevî (seküler) algıyı ön plana
çıkardığından bu dönemde din ve edebiyat ilişkisi etrafında tartışmalar
olmuştur. Yeni dönemde ortaya çıkan bu tartışmaları şu iki soruyla özetlemek
mümkündür: Dinî duygu ve düşünceler edebî eserlere konu olabilir mi?
Edebî eserler dinî düşüncenin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunur
mu? Bu sorulara cevap arayan edebiyatçılar öncelikle, “edebî eserin bir hedefi
olmalı mıdır?” sorusuyla karşılaşmışlardır.

Bu soru, modern bir sorudur. Çünkü klasik dönem edebiyatçıları, edebî
eserin zevke ve duygulara hitabeden estetik yönünden başka, tematik yönünün
yani öğretici, mesaj verici ve etkileyici tarafının olmasına da dikkat etmişlerdir.
Dolayısıyla onlara göre, edebî eserin hedefi vardır. Edebî eser, ya lirik
(garâmî) ya da didaktik (hikemî/felsefî) olmalıdır. Oysa Tanzimatla birlikte
içine girilen süreçte Fransız edebiyatından yapılan tercümelerle yeni bir edebî
anlayış gelişmiştir.

Batıda Yeni Eleştiri Okulu’nun kurucusu olarak kabul edilen T. S. Eliot şöyle
demektedir:
“Son yüzyıllarda edebiyat ve din ayrı kurumlar olarak düşünülmüştür. Bu
gerçek, edebî eserlerin belli bir din ve ahlâk ölçüleri dışında değerlendirilmesi
anlamına gelmemelidir. Edebî eserlerde ifade bulan ahlâk hükümleri,
kendileri ister bu değerlerle yaşasın, ister yaşamasın, çağdaş kuşağın tecrübesinin
mahsulleridir. Belli bir dinden kaynaklanan ahlâk hükümlerine göre
yaşayan bir toplumda bu hükümler oldukça tutarlıdır. Öte yandan bir devrin
ahlâk ölçüleri, kendisini meydana getiren dinî kaynaktan koptuğu zaman, yani
sadece bir alışkanlık meselesi halini aldığı zaman, değişmeye ve
ön yargılarla değerlendirilmeye mahkûmdur. İşte böyle zamanlarda ahlâk, o devrin
edebiyatı tarafından etkilenebilir hale gelir. Hepimiz biliyoruz ki, bir nesli şaşırtan
değerler, ondan sonraki kuşak için çok tabii sayılabilir. Ahlâk değerlerindeki
değişmelere gösterilen bu uyum, bazen toplumdaki gelişmenin delili
olarak memnuniyetle kabullenilir. Hâlbuki bu değişme olayı, gelişmeden ziyade,
insanların ahlâk hükümlerini ne tutarsız temellere oturtabileceklerinin
bir delilidir.” (Eliot: 1990, 98-99)

Bu yeni edebî anlayış, edebî esere farklı anlamlar yükleyerek yeni bir tartışma
başlatmıştır. “Edebî eserin bir hedefi olmalı mıdır?” sorusu bu tartışmaların
temelini teşkil eder. Buna göre iki görüş belirmiştir:

1. Sanat sanat içindir.
2. Sanat toplum içindir.
“Sanat sanat içindir” görüşünü benimseyen edebiyatçılar, din ve edebiyat
arasında herhangi bir ilişkinin kurulamayacağı ve dolayısıyla da dinin edebî
eserin oluşmasında herhangi bir katkısının olamayacağı fikrindedirler. Ancak
bu görüş, edebiyata bir bütün olarak bakan edebiyat tarihçileri tarafından eksik
bulunmuştur. Zira en saf şiirin bile, yazıldığı çağın, toplumun ve çevrenin
düşüncesini, inançlarını yansıttığı muhakkaktır.

“Sanat toplum içindir” görüşünde olanlar, faydacı düşünceye sahiptirler.
Edebî eserin insana iyi, doğru ve güzel olanı öğreteceği ve dolayısıyla da topluma
yararlı olacağı fikrindedirler. Bunların yaklaşımı, klasik dönemin sanat
anlayışını andırır. Zira edebî eser, tanıtıcı, öğretici ve hâli tasvir edici olmalıdır.
Bu bakımdan da edebî eser, felsefi düşünce, ilmi bakış ve estetik kaygı-
nın yanında dinî mahiyete de sahip olabilir. Dolayısıyla din, edebî eserin
oluşmasında etkili olabilir. Sadece din değil, estetikle beraber felsefe, ahlâk,
psikoloji, sosyoloji, tarih gibi diğer fikir ve ilim alanları da edebiyatla ilgilidir.
Fakat yine de edebî eserde temel belirleyici husus, estetik bir yapıya sahip
olmasıdır; bu sebeple de sanat değerini tamamıyla ihmal eden, apaçık gü-
dümlü bir edebiyat her zaman tenkide uğrar.

Günümüz edebiyatçıları edebiyat ve din ilişkisinden yola çıkarak edebî
eserleri, dinî edebî eserler ve profane (lâ-dînî/dünyevî) eserler şeklinde iki
grupta tasnif etmişlerdir. Türk edebiyatını da bu tasnife göre ele alan edebiyat
tarihçileri vardır. Ancak klasik dönem olarak nitelendirilen, İslâmlaşma sonrası
süreçle birlikte başlayıp Tanzimat’a kadar devam edegelen edebî eserleri
böyle bir tasnife tabi tutmak güçtür. Çünkü profane (dindışı) olarak kabul
edilen bazı eserlerde din dilinin sembollerinden yararlanıldığı görülmüştür.