XVI. yüzyılın sonlarına doğru Batı toplumlarında üretim ilişkilerinin köklü
değişimler geçirmesine paralel olarak dinin algılanış biçimlerinde de köklü
değişimler yaşandı. Endüstriyel kapitalizm geliştikçe inançların önemini
yitireceği, modernleşme süreçlerinin doğal bir sonucu olarak bireyin
şuurunda ve toplum katında dinin gittikçe gerileyeceği iddia edildi. Mantıkçı
pozitivist bir kalıpta gelişen ve metafizikle her türlü bağını koparmış bir
bilim anlayışı yerleşilmeye çalışıldı. Bütün bu bakış açılarını içselleştirmiş
bir zihniyette, git gide metafizikle olan bağ olabildiğince koparılmış ve aşkın
olana hereket etme alanı sınırlandırılmıştır.
XIX. yüzyıla gelindiğinde gelişme hızını daha da artırmış olan bazı
düşünce biçimleri dine ve kutsala karşı saldırgan bir tutum benimsemişlerdir.
Özellikle ekzistansiyalist felsefenin ateist kanadı insan hayatından Allah
inancını söküp atmaya çalışarak insanın yalnızlığa terkedilmesine sebep
olmuştur. Bu inkârcı akımların temel felsefesi, insanı Tanrı’ya karşı yüceltme
ve özgürleştirme iddiasıdır.
Çağdaş inkârcı akımların belli başlıları şunlardır:
Materyalizm
Bu düşünce tarzına tabiatçılık ve materyalizm adı verilir. Materyalizm,
maddeyi varlığın temeli ve ezeli sayan, madde âleminin ötesinde herhangi bir
varlık alanı tanımayan ve Allah, ruh ve ahreti inkâr eden felsefî bir akımdır.
Onlara göre maddenin üstünde bir yaratıcı, etkileyici ve idare edici herhangi
bir varlık yoktur.
Materyalistler zihnî ve ruhî hadiseleri beynin fonksiyonları, tabiattaki
düzen ve işleyişi de tesadüf çerçevesinde izah ederler.
Materyalizmin kökü milattan önceki dönemlere kadar uzanır. Madde
üzerinde ilk tartışmayı başlatanlar antik çağ Yunan düşünürlerinden
Demokrit ve Epikür’dür. Bu filozoflar bütün olay ve olguları mekanik
nedenlerle açıklar, atomu her varlığın ilk unsuru olarak nitelendirirler.
Ancak materyalizm milattan sonra XVIII. yüzyıla kadar zayıf bir akım
olarak varlığını sürdürmüş, Karl Marks gibi diyalektik materyalizmin
savunucuları eliyle XX. yüzyılın başlarında yeniden taraftar ve güç
kazanmıştır. Batı’da din karşıtı inkârcı akımların gelişme kaydetmesinde
kilise mensuplarının baskıcı din anlıyışının da etkili olduğu unutulmamalıdır.
Fakat günümüzde olağanüstü bir işleyişe sahip bulunan tabiatın pozitif bilim
mensuplarınca incelenmesine başlanıp devam ettirilmesiyle birlikte
materyalist yaklaşımlar giderek itibarını kaybetmiştir.
Materyalistlerin yaratıcı bir kuvvet olan Allah yerine koydukları
maddenin günümüzde bir enerjiden ibaret olduğu açığa çıkmıştır. Mutlak,
değişmez bir temel sayılabilecek cevher, maddeye ait bir asıl ve bir öz
mevcut değildir. Dolayısıyla bugünkü ilmi ilerleyiş karşısında materyalizm
zayıflamıştır.
Darwinizm
Evrim teorisi diye anılan, İngiliz biyoloji bilgini Charles Darwin (1809–
1882) tarafından geliştirilen bu görüş de maddenin yaratıcı kudret olan Allah
tarafından yaratılmadığına inanmış bir akımdır. Tekâmül nazariyesi de
denilen bu akıma göre canlılarda görülen olağanüstülükler, canlılarla içinde
yaşadıkları çevreden gelen çeşitli tesirler arasında uzun zaman sürdürülen
mücadeleler neticesinde kendiliğinden meydana gelmiştir.
Evrim teorisinin iki temel görüşü vardır. Bunlardan biri doğal seleksiyon
adı verilen tabiatta kuvvetli olanın zayıfı elemesi fikri, diğeri de türler
arasında geçişin varlığı iddiasıdır. Darwin’in insan türünün tekâmül
yasalarına uygun bir takım merhaleleri (nebatat, hayvanat) geçtikten sonra bir
değişim neticesi olarak insanlığa dönüştüğü iddiası sadece tahmine dayanır.
Elbette Kur’an’da insanın yaratılış safhası bir tekâmül yasasına uygun olarak
gerçekleşmiştir. Ama bu tekâmül, Darwin’in iddia ettiği gibi türler arası bir
geçişe dayalı değildir. Her türün kendine ait bir yaratılış biçimi ve sûreti
vardır. Dolayısıyla insan ve maymun türünün her biri kendisine özgü bir
yaratılışa sahip olup türler arası geçiş yoktur.
Diğer taraftan Darwin’in doğal seleksiyon yasası tabiatta geçerli olsaydı
kuvvetli yaratılışa sahip olan canlı türleri zayıfları tamamen yok ederdi.
Milyonlarca sene geçmesine rağmen canlılar arasında denge hala
korunmaktadır. Dolayısıyla materyalizmin temellendirilme ayaklarından
birisini teşkil eden Darwin evrim teorisi soyut ve temelsiz bir nazariyeden
ibaret kalmaktadır.
Pozitivizm
Pozitivizm adı verilen olguculuk duyu-ötesi alanı tamamen dışlayan,
gerçekliğin bilgisini deney ve gözlemin sonuçlarına bağlayan bir akımdır.
Fransız düşünür Auguste Comte (1798–1857) tarafından kurulmuştur. Bu
düşünceye göre pozitif felsefe, insan zekâsının ulaşabileceği son aşama kabul
edilir. Toplumlar böyle bir hedefe üç hal yasası denilen teolojik, metafizik ve
pozitif hal süreçlerini yaşayarak ulaşabilirler. İlerlemecilik nazariyesi de
denilen bu akıma göre, yasanın üçüncü halkasına ulaşıldığında artık dinlerin
çağı kapanmış olacaktır. Bu aşamaya paralel olarak dinin yerini bilim, vahyin
yerini seküler akıl, mucizenin yerini de ilmi keşifler alacaktır.
Pozitivizmde din ve bilim birbirine rakip iki güç olarak düşünülmüştür.
Hâlbuki bilim verilerle hareket eder. Doğrulayamadığını değil, yanlışlığını
ortaya koyduğu şeyi reddeder. Kaldı ki insan hayatı salt rasyonalist ve
olgusalcı bir bakış açısıyla açıklanamaz. İnsanın etrafını kuşatan dünyası
sadece fizik alandan da ibaret değildir. Onun duygu, sanat, estetik ve din gibi
fenomenlerle kuşatılan bir büyük metafizik dünyası vardır. Elbette bu
alanların da açıklanmasında farklı yöntemler kullanılır. Örnek olarak bilim,
varlıkların nesnel yönlerini konu edinir, bunları incelerken deney ve gözlem
yöntemini kullanır. Felsefe ve din varlığa “niçin?” sorusunu sorarken tabiat
bilimleri ise “nasıl?” sorusunu sorar. Dolayısıyla bilim, din ve metafizik gibi
konularda ancak agnostik bir tutum sergileyebilir. Hakikat sadece
mikroskoplu bilim adamlarının yöntemleriyle değil, şair, ressam ve
peygamberlerin dile getirdikleri yöntemlerle de açığa çıkarılabilir. Bu açıdan
melek, cin, şeytan ve ruh gibi ultramikroskopla bile varlığı görülemeyecek
olan şeylerin varlığını inkâra kalkışmak bilim diliyle nesnel bir tavır değildir.
21. yüzyıla gelindiğinde bütün dünyada dini canlanmanın artması
pozitivizmin kehanetinin geçersizliğini ortaya koymuştur. Kâinatı ve insan
hayatını anlamlı hale gelmesi için aşkın bir varlığa bağlanmak kaçınılmazdır.
Bilim ve dinin yöntemleri farklıdır. Eğer bu farklılık dikkate alınırsa bir çatışma
sözkonusu olamaz. Bilim varlığa “nasıl?” sorusunu, din ise varlığa “niçin?”
sorusunu sorar.
Freudizm
İnsan şuurunu metafizik boyuttan kopararak salt akli araştırma alanıyla
sınırlandıran Sigmund Freud (1856–1939) tarafından temelleri atılmıştır. Ona
göre insana hâkim olan ve onu yöneten iki içgüdü korku ve cinsiyet
duygularıdır. İnsanın davranışlarına yön veren, ondaki anne-baba, vatan ve
Allah sevgisi gibi yüksek değerlere kaynak oluşturan bu iki duygudur.
Özellikle cinsiyet içgüdüsü bunda daha çok etkilidir.
Freud’e göre insan psikolojisinde Allah’a inanma eğilimi yoktur. İnsan
bir yandan sayısız korkuların, diğer yandan çeşitli engeller karşısında tatmin
edilemeyen cinsel duyguların baskısı altındadır. Şuur altındaki bu rahatsızlık
şekil değiştirerek vatan sevgisi, insanlık sevgisi, Allah sevgisi tarzında
kendini gösterir. Tıpkı özgürlüğüne son derece düşkün bir mahkûmun
gardiyan elbisesi giyerek hapishane kapısından çıkıp kaçışı gibi!
Dini inanç, temayül ve hazları, ahlakî davranış örneklerini, yüksek insanî
duyguları, aile bağlarını, sanatı cinsel duygulara bağlamak, bütün bunların
sebep ve neticelerini ona indirgemek insan için düşünülebilecek en acındırıcı
hal ve davranıştır. Bu davranış gözlem ve deneylere dayanan görüşler ilmî bir
kanaatten değil, sadece vehim, kuruntu, belki de bir ruh bunalımı veya
intikam duygusundan kayanaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’e göre böyle bir
düşüncenin ilham kaynağı nefsanî arzularını ilahlaştırmış varlıkların eseridir
(el-Câsiye 45/23–24).
Elbette çağdaş inkârcı akımlar, yeni inanç biçimleri ve felsefi görüşler
bunlardan ibaret değildir. Belki bunlara deizm, okültizm, satanizm, ruh göçü
gibi diğer akım ve düşünsel anlayışları da eklemek gerekir. Önemli olan
yaratıcı bir varlığı inkâr ve onun gönderdiği ilahî öğretileri görmezden
gelmenin sağlıklı bir aklın ürünü olmadığını bilmektir. Bu görüşlere karşılık
olarak yapılması gereken insana doğruyu öğretmek ve doğrunun ölçüsünü
verebilmektir. Bundan sonra karar tamamen insanın özgür irade ve seçimine
kalmıştır.