İslam düşünce tarihinde davranışı tamamen inancın bir parçası sayan
kesimler, ibadetleri tam olarak yerine getirmeyen kimseleri kâfir sayacak
kadar ileri gitmişlerdir. Bu zihniyetlerin egemen olduğu dönemlerde
toplumsal barış bozulmuş, müslümanlar arasında birlik ruhu zaafa uğramıştır.
Eylemi, inancın bir parçası saymayan üstelik de günahın imana zarar
veremeyeceği inancını benimseyen anlayışların egemen olduğu dönemlerde
ise helal ve haram duyarlılığı nisbeten kaybolmuştur. Özellikle toplumsal
hayatın eksenini oluşturan ahlakî değerler alanında ciddi çözülmeler baş
göstermiştir.
Bu aşırılık ve gerilik anlayışına karşın inanç konularında dengeli bir
bakış açısı benimseyen ekoller ise İslâm’ın asgarisinin kalbi tasdik olduğunu
söylemekle birlikte, olabildiğince davranışın gerekliliğine kuvvetli bir şekilde
vurgu yapmışlardır. Çünkü İslam’ı benimsemek topyekün olarak dini kabul
etmek ve özümsemektir. İslam’ın bireylerden istediği de inanmanın yanında
farzları yerine getirmek ve haramlardan kaçınmaktır. Ancak bir kimseye
Müslüman isminin verilmesi doğrudan dinî emir ve yasakları yerine getirip
getirmemekle ölçülemez. Bu durum farzların bir kısmını eksik yapanın
İslâm’dan çıkmasını gerektirmediği gibi onu müslüman toplumdan dışlamayı
haklı kılmaz. Kaldı ki bir konunun inanç hükümlerinden sayılabilmesi için
onun temel kaynaklarda yer alması gerekir. Bunlar da Kur’an âyetleri veya
doğruluğu kesin olan hadislerdir.
Bir başka açıdan bakıldığında da, inancı sesli olarak ifade etmek imanın
özüne dâhil temel bir rükün olmadığı gibi davranış da inançtan bir parça
değildir. Bundan dolayı inanç konularında dengeli bir bakış açısını
benimseyen Ehl-i sünnet mensupları, “davranış inancın değil, inanç,
davranışın şartıdır” kuralını koymuşlar, davranışı inancın bir sonucu olarak
görmüşlerdir. Dolayısıyla mü’minler namaz kıldıkları, zekât verdikleri ve
hacca gittikleri için iman etmezler, iman ettikleri için bu ibadet ve taatları
yerine getirirler. Bu ince farkın iyice anlaşılması ve buna göre meseleye
bakılması gerekir. Çünkü davranış inancın bir sonucudur. İnançlı olduğu
halde gerek tembellikten, gerek nefsanî arzulardan, gerek sosyo-ekonomik ve
gerekse sosyo-kültürel şartlardan dolayı davranışlarını ihmal eden kimseler
dinden çıkmazlar. Böyle bir kimsenin tanımı, kâfir değil, olsa olsa günahkâr
mü’mindir.