İslâm dininin insanlığa sunduğu ulûhiyyet anlayışında “tevhid” düşüncesi
büyük bir önem taşır. İslam’ın Allah kavramı etrafında örgülediği sistemin
merkezinde bu düşünce bulunur. Allah’ın birliğini ifade eden tevhid, inancın
yapısına rengini veren en temel ilkedir. Bu nedenle İslâm dinine “Tevhid
Dini” denildiği de bilinmektedir. Bu inancın gereği olarak Allah, hem
düşünce hem de davranış boyutunda tevhide zarar verebilecek her türlü
fiilden uzak tutulur. Evrende olup biten her şeyi bir olan Allah’a
dayandırmak insanı diğer tanrılara bağlılıktan kurtaracağı gibi onun gerçek
anlamda özgürleşmesini sağlar. Bu gerçek “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız
senden yardım dileriz” cümlesiyle Fatiha suresinde (1/4) belirtilmekte ve tüm
müslümanlar tarafından günde yaklaşık kırk defa tekrar edilmektedir.
İslâmiyetin ortaya çıkışından önce Araplar, ulûhiyet hakkında Allah’ın
şanına yakışmayacak bazı inanışlara sahiptiler. Onlar, putlara tapınıyor, tabiat
varlıklarına tanrısal özellikler veriyorlardı. Ayrıca onlar putların üzerinde
yüce kudret sahibi bir Tanrı’nın varlığını da kabul ediyorlar, putların o
Tanrı’ya aracı olacağına inanıyorlardı. Bu dönemde Hıristiyanlar, üçlü bir
tanrı anlayışına (Baba, Oğul, Rûhu’l-kudüs) sahiptiler. Yahûdiler ise Uzeyr’i
Allah’ın oğlu kabul ederek tevhid ilkesini ihlal etmekteydiler. Kur’an-ı
Kerim ehl-i kitabı bu tür inanışlardan sakındırarak bir olan Allah inancı
etrafında birleşmeye çağırmıştır (Âl-i İmrân 3/64). İslâm dini kendi tanrı
inancıyla bağdaşmayan tüm bu sapmaları ve yanlış anlamaları bertaraf ederek
Allah’ın birliğini şüpheye yer kalmayacak bir biçimde açıklamayı
hedeflemiştir:
“O, doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle
ise O’nu vekil edin” (el-Müzzemmil 73/9)
“O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Yaşatır, öldürür. O, sizin de Rabbiniz,
önceki atalarınızın da Rabbidir” (ed-Dûhân 44/8).
“İlahınız tek bir Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. O rahman ve rahimdir”
(el-Bakara 2/163).
İslâm dini gerçek manada tevhid inancını insanlığa sunmuş, gönüllere
yerleştirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de müslümanlar, bütün insanlığın faydalanması
için yaratılan ve her tür aşırılıktan sakındırılan “mutedil bir ümmet”
olarak nitelenmektedir (el-Bakara 2/143). Bu özellik en çarpıcı biçimde
tevhid inancının yaşatılması sırasında göze çarpar. Allah’ın bir ve tek
olduğunun benimsenmesi, O’nun zatında, sıfatlarında, fiillerinde ve ibadet
edilmede tek kabul edilmesi demektir. İslâm dininde, Allah Teâlâ’ya ortak
koşmak, onun eşinin, benzerinin, ya da denginin olduğunu söylemek şirktir.
Öyle ki bu fiil, günahların en büyüğüdür. Allah kendisine ortak koşanı
affetmeyeceğini ve bu kimselerin cennete giremeyeceğini haber vermektedir.
“Şüphe yok ki Allah kendisine ortak koşulmasını (şirki) affetmez. Bundan
başka dilediği kimselerin günahını bağışlar” (en-Nisâ 4/48).
“Hakikat şu ki Allah kendisine ortak koşan kimseye cenneti haram kılar.
Onun varacağı yer ateşten ibarettir” (el-Mâide 5/72).
Bütün peygamberler geldikleri toplumda tevhid ilkesini yerleştirmeye ve
ona zarar verebilecek bozulmalara engel olmaya çalışmışlardır (bk. Lokman
31/13; el-Enbiyâ 21/66). Son Peygamber olan Hz. Muhammed de bu hususu
açıkça bildirmiş, davranışlarıyla da yol göstermiştir. O, tevhid inancının
henüz yerleşmediği bir dönemde kabir inancını yasaklamış, Allah’tan başka
herhangi bir şey üzerine yemin edilmesini ise menetmiştir (Ebû Davud,
“Cenâiz, 68; Tirmizî, “Nüzür” 8). Ne var ki insanlar, zamanla düşünce
tembelliğine saplanıp bedensel arzuların cazibesine kapılarak varlıkların
gerçek sebebini unutmuşlar, bunun yerine aracı sebeplere ya da dünyevî
menfaatlere itibar gösterebilmişlerdir. Şirk, dün olduğu gibi bugün de,
insanlığın kendini kaybederek bayağılaşmasına ve basit bazı düşüncelerin
etkisiyle boşluğa düşmesine sebep olmaktadır. Aklını kullanan insan,
iradesini bağlayan bu zincirlerden sıyrılmakta, hem fikren hem de ruhen şirk
bataklığından kurtulmaktadır. Kur’an şirk hastalığına yakalanan bir insanın
psikolojisini şöyle tasvir eder: “Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşen ve
kuşlar tarafından kapılan ya da rüzgâr tarafından uzak bir yere sürüklenen
kişiye benzetilir (el-Hac 22/31). Ayrıca Kur’an’da şirk, dünyada bazı
menfaatler gereği takınılan bir tavır olarak gösterilmekte ve bu kişileri
ahirette bekleyen tehlikelere işaret edilmektedir:
“İbrahim, onlara dedi ki: “Sırf aranızda dünya hayatına mahsus bir sevgi
(ve çıkar) uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet
gününde kiminiz kiminizi inkâr edip tanımayacak; kiminiz kiminize lânet
edecektir. Barınağınız cehennem olacaktır. Yardımcılarınız da olmayacaktır”
(el-Ankebût 29/25).
İslam âlimleri, Allah’ın birliği konusunu naklî deliller yanında aklî
delillerle de ispatlamaya çalışmışlardır. Bu konuda, yeryüzünde Allah’tan
başka tanrılar olması durumunda tabiattaki düzenin bozulacağını beyan eden
ayetlerden (Ayetler için bk. el-Enbiyâ 21/22; el-İsrâ 17/42; el-Mü’minûn
23/91) yola çıkan âlimler “burhân-ı temânû” olarak bilinen bir delil
oluşturmuşlardır. Bu delile göre tabiatta gözlemlenen kozmolojik düzen
Allah’ın bir olduğunun delilidir. Aksi halde çok tanrılı bir dünyada
kargaşanın olması kaçınılmazdır. Çünkü er ya da geç bu tanrıların iradeleri
çatışacak ve sonuçta evrene bir karmaşa ve düzensizlik hâkim olacaktır.