İslâm düşüncesinde gaye ve nizam delili olarak bilinen teleolojik delil,
temelde evrende bir düzenin olduğu ve bu düzendeki her varlığın belirli bir
gayeye yönelik olarak yaratıldığı öncülünden hareket eder. Neticede, bu
düzenin kendiliğinden meydana gelemeyeceği dolayısıyla da bir yapıcısının
olması gerektiği sonucuna ulaşır. Buna göre âlemin varlıklarının belirli bir
estetik bütünlük ve uyum içinde işleyişi sonsuz kudret sahibi bir varlığın
kanıtıdır. Her şeyi yaratıp nizam veren ve her şeyin varlığını bir ölçüye göre
belirleyen O’dur (el-Furkân 25/2).
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın varlığı ve kudretine vurgu yapılırken sıkça
kullanılan bu delil, geniş kesimlere hitap eden sade ve anlaşılır bir yöntemi
olduğu için Gazzâlî, İbn Rüşd, İbn Teymiyye ve İbnü’l-Kayyim elCevziyye’nin
de içinde bulunduğu birçok âlim tarafından tercih edilmiştir.
İbn Rüşd bu delili hikmet ve inâyet delili olarak tanımlanmıştır. Yakın
dönemde hızlanan tabiat araştırmaları nedeniyle evrende mevcut bu hassas
düzen bütün açıklığıyla keşfedilmiş, dolayısıyla Allah’a giden yolda gaye ve
nizam delili giderek ön plana çıkmıştır.
Evren üzerine yapılan incelemelerden çıkan sonuca göre; her varlık
yaratılışı, fonksiyonu ve diğer varlıklarla olan münasebeti bakımından hayret
verici bir nizama, eşsiz bir tasarıma sahiptir. Meselâ, insan vücudunu ele
aldığımızda, onu teşkil eden organların insanın ihtiyacını giderecek ve
hayatiyetini sürdürecek bir biçimde yaratıldığı görülür. Öyle ki bu
organlardan herhangi birinin bir kaza sonucu kaybedilmesi durumunda onun
yerine bir başkasının geçmesi mümkün olmamaktadır. Bilim ve tekniğin bu
kadar ilerlediği bir çağda bütün bilginlerin bir araya gelmesi bile bunu temin
edememektedir. Bu nedenle, bunca insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkta
görülen bu fevkalâde üstün sanatın bir sanatkârının olması gerekir.
Üzerinde yaşadığımız tabiatın bu fevkalâdeliği tarih öncesi asırlardan
itibaren bilim ve düşünce insanlarının dikkatini çekmiş, bu konuda bir çok
yorum yapılmıştır. Çeşitli ırklara sahip insanlar, farklı türde hayvanlar, türlü
türlü bitkiler, dağıyla, ovasıyla, nehirleri, denizleri, ayı, mehtabı, güneşi ve
yıldızlarıyla “kâinat” denilen bu harikulâde düzen, bir taraftan filozofları dü-
şünmeye sevkederken diğer yandan âlimleri konuşturmuş, şairleri de
coşturmuştur. Bu eşsiz intizam sıradan insanın bile dikkatinden kaçmamıştır.
Karıncasından devesine, su kabarcığından gökkubbesine, sivrisineğinden
yıldızına kadar her şey, bütünüyle tabiat belli bir plan, program çerçevesinde
ve belirli bir gayeye yönelik olarak varlığını devam ettirmektedir. Herhangi
bir aksama ve bozulma olmaksızın varlığını sürdüren bu sistemin nasıl
meydana geldiği konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Materyalistlerin
bu soruya verdikleri cevap sadece “tesadüf”ten ibarettir. Darwinistler’e göre
ise bu düzen milyonlarca yıllık bir evrimin sonucudur. Pozitivistler ise bunun
makul bir izahını yapmaktan uzaktırlar. Bu türden izah denemeleri daima akıl
ve vicdanı ikna etmekten uzak kalmış, ilerleyen pozitif bilimlerden de destek
görememiştir.
Tabiatı oluşturan tüm varlıklar belirli gayeleri yerine getirmek için
önceden üstün özelliklere sahip bir varlık tarafından tasarlanmıştır. Kuş
uçması için geniş kanatlarla yaratılmış, yılan sürünmeye elverişli bir yapıda
varedilmiştir. Evrenin en küçük canlısında görülen bu nizam hiçbir şeyin
başıboş olmadığını, gayesiz ve gelişigüzel yaratılmadığını ispatlamaktadır.
Nitekim Allah bir ayette yedi kat göğü kat kat yarattığını ve Rahman’ın
yaratışında bir uyumsuzluk ve düzensizlik görülemeyeceğini açık bir dille
ifade etmektedir (el-Mülk 67/3).
Tabiatın yapısını ve işleyişini inceleyen pozitif bilimler geliştikçe gaye ve
nizam delili de kuvvetlenmekte, itibar kazanmaktadır. Modern bilimin her
buluşu Allah’ın varlığı için bir delil teşkil eder. On dört asır önce inen
âyetlerin ifade ettiği incelikler günümüz bilim anlayışıyla çok daha iyi
anlaşılmaktadır. Aşağıda verilen âyette evrenin oluşum dönemine ait bilgiler
bulunmaktadır.
“İnanmayanlar bilmiyorlar mıki gökler ile yer önceleri bitişik bir halde
iken biz onları ayırdık, canlı olan her şeyi de sudan yarattık? Hâlâ
inanmayacak mı onlar?” (el-Enbiyâ 21/30).
Bir başka ayette ise yeryüzü için suyun öneminden ve rüzgârların
aşılamadaki etkisinden bahsedilmektedir:
“Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de
onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz yeterli suyu
depolayamazdınız” (el-Hicr 15/22).
Aşağıdaki âyette insan evrende Allah tarafından yaratılan bu eşsiz düzen
üzerinde düşünmeye çağrılır:
“O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O
bitkiden de kendisinde üstüste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik;
hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; bir kısmı birbirine
benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik.
Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın!
Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır” (er-Ra‘d
13/3-4).
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda
gelmesinde, insanlara faydalı olan şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden
gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda,
yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında
emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için
deliller vardır” (el-Bakara 2/164).
İslam düşünce tarihinde isbât-ı vâcib amacıyla yukarıda zikredilen deliller
dışında başka deliller de kullanılmıştır. Bunlardan dînî tecrübe delili, insanın
şahsî tecrübesiyle yaşadığı ve sonuçta onu inanmaya götüren manevi
deneyimleri esas almaktadır. Buna göre tüm insanların farklı coğrafyalarda
benzer tecrübeleri yaşaması, ortak bir dini temelin varlığını ispat etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın varlığının, insanlar tarafından tabiî olarak kabul
edilecek bir konu olarak telâkkî edilmesi ise fıtrat delilinin ortaya çıkmasını
sağlamıştır. Buna göre ırkları, ülkeleri, dil ve dinleri farklı olmasına rağmen
tarih boyunca bütün milletler evrende hakim bir yaratıcının varlığını zorunlu
kabul etmişlerdir. Bu yüce yaratıcıya her zaman tapınılmış, O her dilde
bilinmiş ve her lisanla anılmıştır.
Modern dönemde ortaya çıkan ahlak delili ise,
Allah’ın varlığını bir bilgi meselesi olmaktan çok erdemli bir hayatın ön
şartı olarak ele almaktadır. Buna göre insanın ahlâkî olarak en iyiye ulaşması
için bunu sağlayacak bir varlığın (Tanrı) mevcudiyeti gereklidir.