Bir kimsenin çevresindeki ana, baba, kardeş, komşu, hoca ve değer verdiği
diğer kişilere bakarak, hiçbir araştırma yapmadan inanmasına taklit, bu tür
imana da taklidî iman denir. Böyle bir kişiye de mukallit adı verilir. İslam
dini, insana sevk ettiği inanç esaslarını araştırıp, delil, akıl, tefekkür ve
düşünceye dayandırarak iman etmesine önem vermiştir. Böyle iman türüne
tahkikî iman, bu imanâ sahip kişiye de muhakkik adı verilmiş ve en yüksek
iman etme şeklinin bu olduğu belirtilmiştir. Kur’ân, insanın üzerinde en çok
hak sahibi olan ana ve babanın dahi inançta taklit edilmesini yasaklamış, körü
körüne ataları taklit etmenin yanışlığını sıkça tekrarlamıştır (el-Bakara 2/170;
et-Tevbe 9/23; el-A’râf 7/70, 173)
Dinin anlaşılmasında aklın, tefekkürün önemi hiçbir zaman göz ardı
edilmemiştir. Dini düşüncenin mutlaka aklın rolüyle şekillenmesini isteyen
İslam, taklit yoluyla mümin olmayı değil, tahkik yani araştırma ve inceleme
yoluyla mümin olmayı teşvik etmiştir. Bununla birlikte genişleyen İslam
coğrafyasında herkesin Kur’an dili olan Arapça’yı bilmesi mümkün olmadığı
için mukallidin imanı da kısmen kabul görmüştür. Kur’ân’ın bütün taklit
yollarını kapatmadığı, iyi, güzel ve doğru olanın taklidine açık kapı
bıraktığını belirten bir kısım âlimler belli şartlarda taklidî imanın caiz
olduğunu savunmuşlardır. Nitekim Hz. Yakup ölümünden önce çocuklarını
etrafına toplayarak, kendisinden sonra kime kulluk edeceklerini sormuş ve
onlar da “senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahı olan tek Allah’a
kulluk edeceğiz; biz ancak O’na teslim olmuşuzdur”, demişlerdir (Bakara,
2/133). Bu ayet onların yaptığını kötülemek için değil aksine yaptıklarının
yerinde bir davranış olduğunu anlatmak için Kur’ân’da yer almıştır. İşte bu
ve benzeri ayetlerden hareketle bazı İslam âlimleri taklidî imanın
geçerliliğine hükmetmişlerdir. Özellikle Ebû Hanîfe ve İmam Mâtüridî
mukallidin imanının geçerli olduğuna hükmetmiştir. Eş’ariyye mezhebi de
onların bu görüşüne katılmaktadır. Ancak bu iki mezhebe göre de mukallit,
araştırmayı terk etmesinden dolayı sorumlu görülmektedir. Bu konuda en çok
direten ise Mu’tezile mezhebi olup onlar, mukallidin imanını geçerli
görmemiş hatta müminin, aklını kullanmak suretiyle iman esaslarını başkaları
karşısında savunabilecek bir konumda olmasını istemişlerdir.
Taklidî iman en ufak tereddüt karşısında sarsılabilir, inkârcı veya değişik
düşünceli insanlar karşısında zayıflayabilir durumda olduğundan âlimlerin
çoğunluğu bir yandan müminlerin tahkik sahibi olmasını arzu ederken diğer
yandan mukallidin imanını geçerli saymıştır. Allah’ın insana verdiği akıl
nimetini gerektiği şekilde kullanmak onu verene bir şükran anlamı taşıdığı
için iman konusunda buna daha çok dikkat etmek gerekir. Aklın gereği gibi
kullanımının teşvik edilmesine rağmen iman sahasında bunun
gerçekleşmemiş olması geçerliliğini ortadan kaldırmayacağı için mukallidin
imanı genelde caiz görülmüştür.