İmanın Mahiyeti

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
İmanın Mahiyeti
« : 03 Şubat 2018, 10:16:07 »
Bir kimsenin sevinçli, üzüntülü, öfkeli veya başka bir psikolojik ve ruhî
durumu, dışarıdan bakıldığında anlaşılmasına rağmen imanlı olup olmadığını
bilmek böyle değildir. Bu sebepten iman kalbî bir fiildir. İnsanın dış
dünyasından doğrudan anlaşılmaz. Onun dil açısından çok çeşitli manalara
gelmesi de, bu özelliğini yansıtması açısından önemlidir.

Kişinin iman etmiş olup olmadığını bilmek dinde son derece önemli
görülmüştür. Çünkü dinin kendisine sağladığı hukukî statü ona göre tayin
edilmiş olacaktır. Bundan hareketle imanın ne olduğu hususu İslam âlimleri
arasında tartışılmış ve tam bir fikir birliği edinilememiştir. Ortak bir görüş
bulunmamasına rağmen imanın mahiyeti hakkında oluşmuş düşünceleri
meselenin kendi içindeki ilişkileri açısından şöyle sınıflandırmak
mümkündür:

İman-Tasdik İlişkisi
İman öncelikle kalbin tasdik etmesi, yani onaylamasıdır. İman kalbin fiili
olması nedeniyle insanın inançla ilgili hususları (mümen’ün bih) kalben
kabullenmesin şarttır. Buradaki kalp ve tasdik sözüne de açıklık getirmek
gerekirse, insanın karar verme mekânının kalp olduğu, bunun da mecazî bir
anlam taşıdığı belirtilmelidir. Çünkü insanın bütün kararlarının kalpten
çıktığını söylemek mümkün değildir. Bu anlamın ona yüklenmesinden
maksat, insanın karar merkezinin yani değerler dünyasının kalp ile ifade
edilmiş olmasıdır. Öte yandan hadislerde kalbin insan bedeninde günahlarla
kirlenebilen bir organ olarak nitelenmesi de bu hususun mecâzi olduğunu
teyit etmektedir.

Tasdik kavramı bir hükmü veya bir haberi kesin olarak kabul etmek
manasına gelir. Tasdikte kesin kabullenmenin gaybla ilgili hususları
kapsaması bir ilke olarak kabul edilir. Bunun gerçekleşmesi için de değerler
dünyasını kesin olarak ikna etmiş olmak gerekmektedir. Bu da iyi bir
araştırma-soruşturma ve bu çabanın sonucunda belirginleşen şeyi tercih
etmeye bağlıdır. İşte bu şekilde bir takım arayışların sonunda imana
ulaşmada etkili olan hususun iradeli bir davranış olduğu ortaya çıkar. İman
eden kişinin iradesini bu şekilde kullanması, onun kalben rahat, vicdanen
huzur ve sükûn içinde olmasını gerektirir İnsanın aradığı, bulduğu ve
bulduklarının içinden seçtiği şeyin kendisi için ne kadar değerli olduğu
anlaşılır, idrak edilir. İmanın kalbin tasdiki olduğunu söyleyen düşünürler de
konunun bu yönüne dikkat çekmişlerdir.

İslâm âlimlerinin büyük bir kısmı bu görüştedir. İmam Mâtüridî, İmam
Eş’arî, Bakıllanî, Cüveynî, Gazzalî ve Ebu’l-Muîn en-Nesefî imanın kalbin
tasdikinden ibaret olduğunu savunmuşlardır. Bu görüşlerine Kur’ân’dan ve
hadislerden deliller sunmuşladır. Bunun örnekleri çok olmakla birlikte birkaç
örnekle yetineceğiz.

Kur’ân imanın bu boyutuna çeşitli vesilelerle değinmektedir. Âyetlerde
imanında tasdik boyutunun ihmal edilmemesini istenmekte ve dilleriyle ifade
ettikleri halde bunu kalben kabullenmeyen kimselerin bulunduğuna işaret
etmektedir. Nitekim münafıklar hakkında “ Ey Peygamber! Kalpleri iman
etmediği halde ağızlarıyla inandık diyen kimselerden ve Yahudilerden küfür
içinde koşanlar seni üzmesin” denilmektedir (el-Maide 5/41). Yine başka bir
âyette konu edildiği üzere kıtlık yıllarından birinde bir grup Medine’ye
gelerek Hz. Peygamber’e inandıklarını söylemişlerdir. Hz. Peygamber de
onların bu hallerinden etkilenmiş ve onlara hazineden yardımda bulunmuştu.
Onların bu hali âyette tahlil edilerek bu kabilenin kalben iman etmediği,
sadece dilleriyle böyle bir söz söyledikleri haber verilmektedir. Bu durumdan
hareketle akâid âlimlerinin büyük çoğunluğu iman etmenin kalple
gerçekleştiğini ileri sürerler ve delil olarak bu ayeti gösterirler: “Bedevîler
inandık dediler. De ki, siz (gerçekte) iman etmediniz, ama teslim olduk deyin.
İman kalplerinize yerleşmedi” (el-Hucurât 49/14).

İman konusu Hz. Peygamberin hadislerinde de geniş bir yer tutmaktadır.
Hz. Peygamber’in hayatta olduğu zamanda da aynı şekilde olaylar olmuş ve
onun da, tıpkı Kur’an’da olduğu gibi karşılanması gerektiği kanaati bu
görüşteki kelamcılar tarafından benimsenmiştir. Gönülden inanmanın
önemini ifade etmesi açısından şu hadisler önemlidir: Üsâme b. Zeyd bir
gazvede yakaladığı adamı şehadet kelimesini söylemesine rağmen öldürmüş
ve bunu gazve dönüşünde Hz. Peygamber’e övgü de umarak; adamın
zordayken gösterdiği davranışa aldanmadım, manasında anlatmıştı. Hz.
Peygamber Üsâme’ye: “öldürdüğün adam doğru mu yoksa yalan mı
söylüyordu, kalbini yarıp baktın mı?” (Müslim, “İman”, 41) demek suretiyle
onu azarlamıştır. Yine Ebû Hureyre “Yâ ResulAllah! İçimizde öyle şeyler
hissediyoruz ki, her birimiz bunu söylemeyi büyük günah sayarız” demiş,
bunun üzerine Hz. Peygamber de: “Bu imanın ta kendisidir” buyurmuştur
(Müslim, “Îmân”, 60). İslâm âlimleri bu ve benzeri hadislerden hareketle
imanın kalpte olduğunu belirtmişler ve doğruluğuna şüphe edilmeden
inanılması gerektiğine delil saymışlardır.

İmanın gayb, ahlak ve derunî dünyayla bağlantılı olması gerektiği bir
gerçektir. Bunun için kalbin işin içinde olması mutlak şart olarak görülürken,
bunu dil ile söylemeyen bir kişinin mümin olmasını kabul etmek
gerekmektedir. Kalbi iman ile dolu olan kişilerin bir zorlama anında bunu
inkâr etmeleri onların imanlarına zarar vermezken, hiç gereği yokken iki
yüzlülükten iman ettiğini söyleyip bir başka yerde bu halini inkâr edenler
mümin sayılmamaktadır. İslâm hiçbir kimseyi imana zorlamamakta ve
isteyenin iman etmek, isteyenin de kâfir olmak hürriyetinin olduğunu
bildirmektedir. Ama bazı âyetlerde Allah dilerse insanların başka bir
seçeneklerinin olmayacağına da dikkat çekilmektedir:

“Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse, –kalbi iman ile dolu
olduğu halde zorlananlar dışında- kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın
gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır” (el-A’râf 16/106).

“De ki: Siz ona ister inanın ister inanmayın; gerçek şu ki, bundan önce
kendilerine ilim verilen kimselere o okununca, derhal yüz üstü secdeye
kapanırlar” (el-İsrâ 17/107).

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O
halde sen, insanları inanmaları için zorlayacak mısın?” (Yunus, 10/99).

İman-İkrar İlişkisi
İkrar, içten hissedilenlerin dil ile ifade edilmesine denir. Kişinin kalben kabul
ettiği iman esaslarını dışa vurmasının önemi bellidir. Sebepsiz olarak onu
terk etmemesi gerekir. Ancak Mürcie ve Kerramiyye mezheplerinin imanı
tanımı “inanılması gereken inanç esaslarını kalbin tasdiki olmaksızın, dil ile
ikrar etmek yeterlidir” şeklindedir. Bu mezhepler, Hz. Peygamber’in şu
hadisini görüşlerine delil olarak göstermektedirler: “İnsanlar Allah’tan başka
tanrı yoktur. Muhammed O’nun elçisidir deyinceye kadar onlarla mücadele
etmekle emrolundum. Eğer bunu söylerlerse, kanlarını, canlarını ve mallarını
benden korumuş olurlar. Ancak dinin verdiği cezalar bunun dışındadır. İç
yüzlerini hesaba çekmek ise Allah’a aittir” (Buhârî, “Cihad”, 102; “İman”,
17; Müslim, “İman”, 8) Söz konusu mezhepler bu hadisi imanın sadece dil ile
ifadesinin yeterli olduğu şeklinde değerlendirmişlerdir. Hâlbuki bu hadis
inanç esaslarını dile getiren kişinin Müslüman sayılmasını ve ilgili
hükümlerden faydalanmasını konu edinmektedir.

İmanın mahiyeti ve hakikatinin sadece ikrar ile gerçekleşmesi
beklenmemelidir. Gerçi ikrar ile ifade edilenin dışarıdan biri tarafından doğru
veya yanlış olduğu şeklinde değerlendirilmesi mümkün değildir. İnsanın
ifadelerinin kendine ait olması nedeniyle belki bir çeşit mümin olma
ifadesidir. Yine de ikrarı yalnız başına imanın hakikati olarak değerlendirmek
doğru değildir. Münafıklar ve Müslüman olmayanlar da bazen sözle
inandıklarını dile getirmekte, ancak onların bu ifadeleri iman olarak değer
kazanmamakta ve bu gibi kimselere Kur’an’da mümin denmemektedir.

İslam’ın Medine döneminde Hz. Peygamber’e gelerek ikrarda bulunan
münafıklara verilen cevabı Kur’an şöyle belirtmektedir: “Münafıklar sana
gelerek Şehadet ederiz ki sen Allah’ın elçisisin, derler. Allah da biliyor ki sen
elbette O’nun Peygamberisin! Allah, münafıkların kesinlikle yalancı
olduklarına şahitlik eder” (el-Münafikûn 63/1). Ayetten anlaşıldığı üzere
insan ifadelerinde her zaman iç dünyasının sesini dilini aksettirmemektedir.
Bu durumda her ikrar sahibi mümin değildir.

İman için hem kabin tasdikinin hem de ikrarın birlikte olması gerektiğini
söyleyen âlimler de vardır. Birini diğerine feda etmemenin lüzumu üzerinde
duran bu bilginler genelde Hanefî âlimlerdir. Buna göre insanın kalbindeki
tasdik son derece önemli olmakla birlikte onun dışa vurulmasını da aynı
şekilde lüzumludur. Bu âlimler kalpte gizlenenin ancak ikrar ile açığa
çıkacağı kanaatini taşırlar ve kişiye dini hükümlerin tatbiki için şart olarak
görürler. Bununla birlikte ikrarı, imanın aslı ve ilk rüknü değil onun şartı
olarak değerlendirirler. Böylelikle dilsiz olup konuşamayan veya herhangi bir
hastalıktan dolayı ifade edemeyen kimselerin mümin olduğu hususunu ayırt
etmiş olurlar. Kişinin Müslüman’a özgü hayat tarzı, namaz kılması, zekât
vermesi vs. kendisi hakkında bir kanaat uyandırmaktaysa da ikrarı da şerefle
ifade etmesi ve bunu da yerine getirmesi gerekmektedir. Hz. Peygamberin
“Kalbinde buğday, arpa ve hardal tanesi kadar iman olduğu halde Allah’tan
başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir diyen kimse cehennemden
çıkar” (Buhârî, İman, 33; Müslim, İman, 84) hadisi de buna bir delildir.

İman-Bilgi İlişkisi
İmanın oluşumunda bilginin önemi inkâr edilemez. İnsanın bilgi edinme
kaynakları beş duyu, doğru haber ve akıldır. İmanın bu yolların her biriyle
olan bağlantısı da bilinmektedir. İnsanda oluşan imanın bilgiden sonra
gerçekleştiği ve onun üzerine bina edildiği zaman değerli olduğu
söylenmelidir. İslam âlimleri bilginin, insan hayatındaki lüzumunu
önemsemişlerdir. Bilgisiz insanla bilgili olanın arasındaki uçurumu en iyi
anlatan onlardır. Ancak burada söz konusu olan husus, inanılması gereken
konuları sadece bilmek iman etmek için yeterli midir, sorusudur. Bu soruyu
evet diye cevaplayan Cehmiyye ve Neccâriyye mezhepleridir. Onlara göre
kişinin iman esaslarını sadece bilmesi mümin olması için yeterlidir. Matüridî
ve Mu’tezilî âlimler ise bunun yeterli olmadığını ve eğer bu yeterli olsaydı
her âlimin mümin olması gerekeceğini söyleyerek onları eleştirmişlerdir. Her
âlimin mümin olması ilkesi benimsenirse nitelik aranmaksızın bütün
bilginlerin mümin olması gerekecektir. Bu ise makul değildir, zira bizzat
günlük hayatımızda bunun böyle olmadığını gözlemlemekteyiz.

Daha önce vurgulandığı gibi imanda gayb ilkesi vardır. Gaybın, yani
duyularla kavranamayan varlıkların bilgiye konu olması mümkün değildir.
Bu bakımdan bilgi iman edilecek hususların içeriğini kapsamaktan uzaktır.
Akıl ve beş duyu ile kavranabilir sahanın dışında olan bu alan insana vahiy
yoluyla bildirilmiştir. Onların ispat veya kanıtlanmasında bilgi en üst
mevkide olmakla birlikte, bizzat bilginin kendisi iman olmaktan uzaktır.

İmanın bilgiden ibaret olması halinde her cahilin kâfir, her bilginin de mümin
olması gerekir diye âlimlerden itirazlar gelmiştir. İman bilgiyle özdeş olsaydı
Hz. Peygamber’i bilen Yahudi ve Hıristiyanlar ile Allah’ı bilen Şeytanın
mümin olması gerekirdi. Bu itiraz da göstermektedir ki bu iddia Kur’ân’ın
içeriğine aykırıdır.

İman-Amel İlişkisi
İslam düşüncesinde iman konusunda yapılan değerlendirmelerden biri de
imanın, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve İslam’da emredilmiş ibadet veya taat
türünden birinin veya yasaklanmış bir emrin yapılmaması, yani amellerin
yerine getirilmesi şeklindeki tanımıdır. Bu görüş sahipleri Hâriciyye,
Mu’tezile, Şia ve Zeydiyye mezhepleri ile Selef âlimleridir. Onların
savunduğu temel görüş, imanın tasdik, ikrar ve İslam’ın amel rükünlerini
bizzat yapılmasından ibaret gören daha geniş bir anlayıştır.

Ameli imandan bir parça kabul edenlerin gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse
hadislerden görüşlerini destekleyen bazı delilleri vardır. Her şeyden önce
Kur’ân’da, “Ey iman edenler ve sâlih amel işleyenler” şeklinde birçok ayet
mevcuttur (meselâ bk. el-Bakara 2/277, Yunus 10/9, Hûd 11/23). Bunlar
iman ve amel bütünlüğünü yansıtmakta ve ikisi bir arada zikredilmek
suretiyle iman ve amelin birbirini tamamlayan unsurlar olarak görülmektedir.
Yine Kur’ân-ı Kerîm’de “Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası,
ebedi olarak cehennemde kalmaktır. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş
ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” (en-Nisâ 4/93) denilmekte ve bir
mümini öldürmenin cezası olarak ebedi cehennem gösterilmektedir.

Ancak âlimlerin çoğunluğu günah işlemiş kimselere Allah Teâlâ’nın
Kur’an’da mümin ifadesinin kullanıldığını, kişinin çeşitli sebeplerle ameli
ihmal veya terk etmesinin onun imandan çıkmasını gerektirmediğini
savunmuşlardır. Nitekim Kur’an’da, “iman edenler ve yararlı iş yapanlar”

ifadelerinin sıkça tekrar edilmiş olması, imanla amel arasındaki sıkı bağın
bulunduğunu hissettirmek içindir. Ayrıca bugüne kadar Müslümanlar ameli
terk eden veya büyük bir günah işleyen mümine kâfir dememiştir.

Bununla birlikte iman ve amel ilişkisi üzerinde durulurken İslam’ın
emrettiği ve yasakladığı her davranışın son derece önemli olduğu hususu
gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü dinin temel inançlarına imanla birlikte onun
temel hükümlerine de iman edilmesi gerekmektedir. Müslüman’ın hayatına
imanının yansıması ve hayatını düzenlerken hem iman hem de amel
ilkelerinden unsurları taşıması gerekmektedir. İmanı önemsemeli ama bunu
yaparken amelin gereksizliği gibi bir anlayışı din alanında varsaymamalıdır.
Bunların biri diğerinin alternatifi olarak görülmemelidir. Amelin imanı
kuvvetlendirdiği, imanın da kişinin hayatına etki ederek nitelik yönünden
daha iyi bir hayat sürmesine olumlu katkı sağladığı unutulmamalıdır.

Zira iman sadece kuru bir kabul, vicdanla sınırlı bir olgu değildir. İman
nuru insanın içini aydınlattığı gibi amel de müminin hayat tarzını
düzenlemektedir. İkisi bir arada olduğu zaman mükemmel bir mümin tipi
ortaya çıkmakta ve İslam’ın sadece bir teoriden ibaret olmadığı davranışlarla
görülebilmektedir. İslam dininin temel rükünleri açısından hiçbir hükmün
terki veya hafife alınması söz konusu değildir. Allah Teâlâ dilerse günah
işlemiş müminleri af eder, dilerse onların durumlarına uygun ceza ve
karşılıklar verir. Fakat kalbinde tasdik olan kimseyi neticede cennetle
mükâfatlandıracağı umulmaktadır.

İmanın Oluşumu
İslâm dininde bir kimsenin mümin olabilmesi için tevhid veya şehâdet
kelimelerini kalben kabul edip dillendirmesi yeterlidir. Bu imanın en kısa ve
kestirme yoludur. Tevhid yani “Lâ ilâhe illAllah Muhammedün Rasûlullah
yani Allahtan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun resûlüdür” veya şehâdet
yani “eşhedü en lâ ilâhe illAllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve
rasûluh yani Ben Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun
kulu ve resûlu olduğuna şahitlik ederim” sözlerini inanarak söylemek mümin
olmanın kapısını açmak demektir. Bu ifadeler İslam’a göre insanı kurtuluşa
götürür. Bunu içten ve samimiyetle kabullenen kişilerde iman oluşmuş
demektir. Bu kapıdan giren insan Allah katında en değerli kimselerden
olmuştur. Artık bundan sonra söylenen sözün ağırlığı hissedilerek bunun
üzerine ilave şeyler koymak gerekir. Onlar da Allah’ın birliğine, O’nun
sonsuz güç ve kudret sahibi olduğuna, Hz. Peygamber’in O’nun gönderdiği
son elçi olduğuna şeksiz şüphesiz inanmaktır. Bu şekilde iman etmeye toptan
(icmalî) iman denilir. Allah’ı, O’nun elçisini ve vahyini toptan kabul etmeyi
gerektiren bu iman peygamber aracılığıyla gelen bütün ilâhî mesajları kabul
etmeyi içine alır.

Müminin imandan sonra İslam’ın daha temel inanç esaslarına yönelmesi
ve onlar hakkındaki iman ve bilgisini daha üst seviyelere çıkarması gerekir.
Bu şekilde işi detaylandırarak ayrıntılı bir şekilde tek tek iman esaslarına açık
ve geniş bir şekilde inanmaya tafsîlî iman denir. Bu ayrıntılı imanın da üç
ayrı derecesi vardır. İlk derecede Allah’a, Hz. Peygamber’e ve âhiret gününe
inanmak gelir. İkinci derecede Hz. Peygamber’in Cibril hadisinde (Müslim,
“İman”, 1) belirttiği hususlara açık ve net şekilde inanmaktır. Bu hadis
çerçevesinde, Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
âhiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin
mevcudiyetine, orada insanların durumuna göre karşılık bulup sevap veya
azap göreceklerine, Allah’ın bütün evreni ve bu arada insan davranışlarını
düzenlemekte etkin güç olduğuna; kaza ve kadere ayrıntılı olarak iman
etmektir. Bu noktada olan mümin işin şuurunda olup neye niçin ve neden
inandığını hem kendisine hem de diğer kişilere açıklayabilendir. İman
konuları hakkında ayrıntılı bilgi ve donanıma sahiptir. Ayrıca şüphe ve
endişelerden uzak biçimde inançla ilgili problemlerine cevaplar bulabilendir.

Bu müminin kalbinde tasdik yerleşmiş, dilinde ikrarı tam ve amellerin
kendisini süslediği güzel bir Müslüman örneği olduğu muhakkaktır.
Ayrıntılı inanmanın üçüncü derecesi ise Peygamberimizin bize ulaştırdığı
bütün dini hükümleri itikadî, ameli veya ahlakî olmasına bakmaksızın hepsini
Allah ve Resûlü’nün kastettiği şekilde tek tek ve ayrıntılarıyla inanmaktır.

Bize tevatür yoluyla ulaşan dinin temel prensipleri (zarûrât-ı diniyye)
konusunda tereddüt göstermeden olgun müminin yapması gereken görevleri
olduğunu idrak etmektir. Emredilen veya yasaklanan dini hükümleri zevkle
ifa edip bunları bir yük olarak görmemek, helal ve haram hususunda titizlik
göstermektir. Bu şekilde iman eden mümin inancından zevk alır ve onu
korumak için gayret gösterir. Böylece ucuz ve suflî arzuların esiri olmaktan
kurtulur. Kendisine olduğu gibi diğer insanların başına da herhangi bir
olumsuzluğun gelmesini istemez. İşte bu şekilde iman etmek, imanın en üst
derecesidir.

İmanda Artma ve Eksilme
İman konusunda tartışılan konulardan biri de müminin imanının artıp eksilme
kabul edip etmeyeceğidir. İmanın artıp eksilme kabul etmeyeceğini
söyleyenler olduğu gibi çeşitli halleri yaşayan müminin bazen konumunu
daha alt seviyeye düşürdüğü, bazen de bu konumunu yücelttiğini göz önüne
alarak, imanda artma ve eksilmenin olabileceğini savunanlar olmuştur.

İmanda artmanın hem nitelik hem de nicelik yönünden olacağını söyleyenler
aynı zamanda amelin imandan bir cüz olduğunu savunan Selefiyye,
Mu’tezile, Şia, Zeydiyye ve Hariciyye mezhepleridir. Bunların yorumuna
göre Kur’an’da müminlerin inanç coşkusunu belirten ayetler imanın artıp
eksilen bir şey olduğunu göstermektedir: “Müminler ancak Allah anıldığında
kalbleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanları artan ve
sadece Rableri’ne dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 8/2) ve
“İmanlarını bir kat daha artsın diye müminlerin kalplerine güven indiren
O’dur” (el-Feth, 48/4) gibi âyetler bunlardan bazılarıdır.

Âlimlerin çoğunluğu bu hususa temkinli yaklaşarak Hz. Peygamber
döneminde inanılacak hususlarda artma ve eksilmenin olabileceğini kabul
ederler. Ancak ondan sonra inanılması gereken inanç esasları artmaz ve
eksilmez. Çünkü imanda herhangi bir değişikliğin olması tereddüt haline
işaret eder. Daha önce de bahsettiğimiz gibi imanda şüpheye yer yoktur. Bu
bakımdan imanda tereddüt, kesin kabulün gerçekleşmemesi sayıldığından
imanda artma ve eksilmeyi reddederler.

Ancak şu da unutulmamalıdır ki iman sayı yönünden artıp eksilmese de
nitelik yönünden bir derecelendirmeye tabi olabilir. İmanın oluşumu
başlığında da söz edildiği gibi müminlerin imanlarında bir derecelendirme
vardır. Yani kiminin imanı zayıf, kiminin imanı daha kuvvetlidir. Bazı
kimselerin imanı tam ve kâmil, bazılarınınki de zayıftır. Bazı kimseler iman
için artı kanıtlar isterken bazıları buna ihtiyaç hissetmezler. Kur’an’da Hz.
İbrahîm’in ölülerin diriltilmesi konusunda kalbinin mutmain olması için
Allah’tan kanıtlar istediğinin bildirilmesi buna işaret eder (el-Bakara 2/260)

Hz. Peygamber’in imanı ile diğer kişilerin imanı arasında inanılması gereken
hususlar açısından değil de nitelik açısından büyük farkların bulunması
tabiidir. Onun iman ettiği hususlara gösterdiği titizlik ve metanetin diğer
müminlerde aynı oranda bulunmadığı açıktır.