Ahlâkın Kaynağı Olarak Hz. Peygamber ve Kur’an-ı Kerim

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
Birinci manası ile İslâm ahlâkının kaynağı vahiydir. Bu vahyin bir düzen
içinde Hz. Peygamber’in hayatında tahakkuku (gerçekleşmesi); daha sonra da
onun etrafında yaşayan insanlar tarafından müşâhede (kısaca katılımcı
gözlem) yoluyla öğrenilip üstlenilmesi; bundan sonraki nesiller için ise, bu
ilk neslin hayatında tahakkuk edenin diğer nesiller tarafından yine müşahede
yoluyla benimsenip üstlenilmesi olarak belirmektedir. Bu durum İslâm
ahlâkının kaynağının, sahabe sonrası toplumlar için ilk elden, tevatür
olduğunu söylemenin gerekçesini teşkil eder. Buradaki tevatür, bilme ile
varolmanın özdeş olduğu bir bulunuş şeklini ifade etmektedir. İnsanların
varlığını devam ettirmesi, en temel ahlâki ilkelerin ve kuralların, bir şekilde
ve en azından asgari ölçüde, etkin olması anlamına geldiği için, insanların
bütününde böylesi bir bilginin bilfiil mevcudiyetini göstermektedir. Buradaki
tevatürü bu sebeple biraz daha geniş anlamı ile kullanmak ve bütün insanlıkta
bulunan en temel ahlâki bilgilerin kaynağının, nihai olarak insanlık
kültürünün esasını teşkil eden risalet ve nübüvvet olduğunu ve bütün
insanlıkta bilfiil nakledilen bir ahlâkın, yani davranış düzeninin bulunduğunu
ve bu hususta en genel ilkeleri ve bazı temel kuralları açısından, bütün
insanlarda müşterek bir ahlâk ve ahlâki bilgi olduğu söylenebilir (B. Gert, C.
M. Culver, K. D. Clouser (2006), s. 21 vd.). Bu husus bütün insanlarda
mevcut olan “makuliyet”i de daha farklı bir cihetten ele almayı iktiza
etmektedir.

Hadis ilminde rivayetler için kullanılan mütevatir haber terimi ile burada
kullanıldığı anlamı ile tevatür birbiri ile irtibatlı olsa da aynı değildir. Burada
kullanıldığı anlamda tevatür sadece bir sözün değil, onun anlamının da
yaşanarak nakledilmesini ifade etmektedir. Mesela namazın bilgisi tevatürle
gerçekleşmektedir” demek, Müslümanların namaz kıldıklarını ve yeni yetişen
nesillerin namaz kılmayı bu şekilde öğrendiklerini söylemektir. Bu bilgi okulda
veya medresede değil ailede ve formel bir eğitim programına katılmadan;
ancak uygulayarak, yemek yemek, yolda yürümek, kendi adını ve
akrabalarının adını öğrenmek gibi hayatın tabii bir parçası olarak
öğrenilmektedir. Müslümanların ahlak ve din ile ilgili en temel bilgileri böylesi
mütevatir bilgilerdir.

İnsanın sahip olduğu havas-ı selime (beş duyu) ile, bütün insanlarda
müşterek olan bir cisim algısına sahip olması ve bu algı üzerinden diğerleri
ile irtibatını ve iletişimini sağlayıp muhafaza etmesi gibi, doğruluk, insanların
dokunulmazlığı, mülkiyete saygı gibi temel ahlâki kuralların da, insan topluluklarının
devamı için ve devamı sebebiyle, ahlâki makuliyetin esasını
teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Bütün bu süreci takip ettiğimizde, İslâm Ahlâkının kaynağının vahiy
olduğunu söylemenin biraz açıklamaya muhtaç olduğunu ve mevzunun daha
yakın bir şekilde incelenmesi durumunda İslâm Ahlâkının asıl kaynağının,
vahiy tarafından inşa edilen Hz. Peygamber olduğu ortaya çıkar. Cenab-ı
Hakk Hz. Peygamber’i seçmiş ve ona, özel bir şekilde diğer insanların
bilmesi gereken ilke ve kuralları öğretmiş; diğer insanlar da Hz.
Peygamber’den İslâm Ahlâkını, teorik bazı ilkeler ve kurallar sistemi olarak
değil, ameli bir şekilde müşahede yoluyla öğrenmişlerdir. Hz. Peygamber,
adına “İslâm Ahlâkı” denilen davranış düzeninin kendisinde görünür hale
geldiği ilk insandır; bu sebeple bazı Müslüman alimler Hz. Peygamber’den
peygamberliği yanında “insan-ı kamil”, yani diğer önemli vasıfları yanında
ahlâki faziletleri de en kâmil/mükemmel haliyle kendisinde taşıyan insan,
olarak bahsederler.

Ahlâk kendinde teorik (nazari) değil pratiktir (amelidir). Bir insanın
ahlâkı, onun hayat düzenidir; kendi hayatında etkin olan ilke ve kurallardır.
Ahlâk, hakiki manası ile insanların hayatlarındadır; kitaplarda değil. Ahlâki
ilke ve kuralları anlatan bir kitap, “ahlâk” değil, “ahlâk hakkında” kitaptır. O
kitapta anlatılan ilke ve kurallar, bir insan tarafından üstlenildiğinde, o
insanın ahlâkı olur; ve o kitap, o şahsın ahlâkı hakkında hem varlık hem de
bilgi kaynağı haline gelir. Kur’an-ı Kerim bu konuda bilinen en önemli belki
yegane örnektir. Nitekim K. Kerim, Hz. Peygamber ve sahabeden başlayarak,
bütün Müslümanların ahlâkının varlık ve bilgi cihetinden kaynağıdır.

Müslümanlar ahlâki ilke ve kurallarını K. Kerim’den aldıkları gibi, hakiki bir
Müslüman’ın ahlâkı hakkında bilgi edinmek isteyen herkesin başvuracağı ilk
“kaynak”, ilk “merci” de K. Kerimdir.

Yukarıda ifade edildiği gibi ahlâkın kaynakları demek ikinci manası ile
ahlâki bilginin kaynakları demektir. Temel soru neyin iyi ve kötü olduğu ile
alakalıdır. İyi fiiller/davranışlar nelerdir? Kötü davranışlar nelerdir? Ve iyi ve
kötünün bilgisini nereden ve nasıl elde ediyoruz?

Bu sorulara biz kısaca “nakil” ve “akıl” olarak cevap verebiliriz. İnsanın
doğumundan itibaren nasıl yetiştiğini ve elde ettiği bilgileri, -buna iyi ve kötü
davranışların bilgisi de dahildir-, nasıl elde ettiğine bakacak olursak, insanın
iyi ve kötü hakkındaki bilgilerini esas itibariyle naklen elde ettiğini fark
ederiz. İnsan iyi ve kötü hakkındaki bilgilerini önce ailesinden sonra da ait
olduğu toplumdan ve toplumsal eğitim kurumlarından elde eder. Ancak
sadece burada kalmaz; öğrenirken ve öğrendikten sonra kendisi de elde ettiği
bu malumat üzerinde düşünür ve bununla ilgili olarak kendi kanaatini ve
tavrını geliştirir. Dikkat edilecek olursa biz hayatımızda ne “saf” bir akılla
karşı karşıyayız, ne de “saf” bir nakille. Akıl, nakil ile nakil de akıl ile irtibatı
içinde bizim bütün hayatımıza ve kararlarımıza refakat etmektedir. Biz bu
çerçevede kendi ferdiyetimizi ve özgünlüğümüzü, ahlâki alandaki
kararlarımızı da vererek oluşturuyoruz.

Nakil denildiğinde genel olarak yazılı veya sözlü rivayetler kast edilir. Ancak
burada nakil daha geniş bir anlamda kullanılmakta; insanın çevresinden hazır
bularak öğrendiği her şeyi ifade etmektedir. Burada nakil yerine “kültür” de
kullanılabilir.

Hz. Peygamber İslâm ahlâkının ne olduğunu göstermiş ve etrafındaki
insanlar da ondan, müşahede yoluyla bu ahlâkı öğrenmişlerdir. İslâm Ahlâkı
hakkında bilgi edinmek isteyen herkesin ilk müracaat edeceği kaynak, İslâm
ahlâkının varlık kaynağı da olan Hz. Peygamberdir. Ancak Hz. Peygamber
kendi kendine bir din icat etmediği için, onu neyse o yapan, yani kaynağı
vahiydir. Hz. Peygamber’in vazifesi K. Kerim’i tebliğ etmek, yani dünyada
yaşayan bütün insanlara ulaştırmak, ama aynı zamanda açıklamak (beyân)
olduğu için, Hz. Peygamber’in bütün açıklamaları da, onun Peygamberlik
vazifesinin bir parçası, mütemmim cüzü olarak kabul görmüştür.

İnsanların Hz. Peygamber’den din ve onun pratik yönü olarak ahlâk adına
aldıkları şeylerin hepsi, nihai olarak K. Kerim ile irtibatlıdır. K. Kerim sadece
Hz. Peygamber’e değil, bütün insanlığa gönderilmiş olduğu için, hem Hz.
Peygamber’in hayatında hem de sahabe’nin hayatında görünür hale gelen
ahlâkın aynı zamanda bilgi kaynağıdır. Hz. Peygamber’in ahlâkını anlamak,
hakkında konuşmak, sözlerini anlamak isteyen herkesin müracaat etmesi,
bilmesi gereken ilk kaynak, K. Kerim’dir. K. Kerim İslâm ahlâkının varlık
kaynağı olduğu gibi kendisi ile ortaya çıkmış olan bu ahlâk hakkında doğru
bilgilerin bulunduğu ilk ve bağlayıcı asli kaynaktır da.
K. Kerim’de ahlâkın bütün ilkeleri ve temel kuralları mevcuttur. Bu ilke
ve kurallar farklı şekillerde ifade edilmiştir. Bu kurallar ya
“a fiili iyidir”
şeklinde ifade edilmiştir, ya da
“b fiilini yapınız”
veya
“c fiilini yapmayınız, c’den uzak durunuz”
veya
“d fiili kötüdür”
veya
“Allah a fiilini gerçekleştirenleri/işleyenleri sever”
veya
“a fiilinde sizin için hayır/hayat vardır” şeklinde.

Bu ifadelerin bir kısmı ilkeleri ifade ederken, diğer bir kısmı doğrudan
ahlâki kuralları, hükümleri veya değerleri ifade etmektedir. Mesela
Peygamber Efendimizi işaret eden ve onda insanlar için “üsve-i hasene” (en
güzel örnek) olduğunu söyleyen ayet (Ahzab/33:21) böyledir. Bu ayette
ahlâki bir ilkeye işaret edilmektedir. Benzer bir şekilde “Allah’a, Resulüne ve
sizden olan ulü’l-emr’e itaat” da (Nisa/4:59), bir ilke emridir. Bu emrin
muhtevası, ancak söz konusu olan, me’mur bih’in muhtevası incelenerek
belirecek/belirlenecektir. Ama “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emri
(Hûd/11:112), bir ilkeyi değil, bir kuralı, ahlâki bir “normu” dile
getirmektedir. Burada “dosdoğru olmak”, anlamı belli ölçüde açık bir tabirdir
ve bu tabir, belki dil dışı unsurları da dikkate almayı gerektirse de, dil
üzerinden anlamı belirlenebilecek bir özelliğe sahiptir.

Ahlâki cihetten K. Kerim sadece ilke ve kuralları içermesi açısından
değil, bunların yanında onda bulunan kıssalar ve emsal de genellikle ahlâki
bir boyut/mana taşır. Özellikle toplumsal ve kurumsal hayatı ahlâki cihetten
tahlil ederken, bu unsurların tayin edici bir ehemmiyeti olduğu fark edilebilir.
K. Kerim’de ahlâki ilkeler, kurallar ve bunun ötesinde insanı bir bütün
olarak ve hatta toplumsal hayatın ve müesseselerin işleyişine bağlı olarak
ortaya çıkabilecek ahlâki sorunları da işaret eden kıssa ve emsal
bulunmaktadır. K. Kerim ahlâki cihetten hayatın bütününü ihata etmektedir.
Abdullah Draz’ın ifadesi ile “K. Kerim hayatın her sahası için bir çerçeve
(veya hatt-ı hareket) çizdikten sonra, böylece çizilen çerçeveleri hiçbiri
ötekinin hakkına tecavüz etmeksizin karşılıklı olarak birbirlerine nüfuz
edecek derecede bütünle ahenk halinde daralıp genişleyebilen bir merkezde
toplanmış kaideler şeklinde bize sunmaktadır…. Kur’an’ın üslubu gayet
basittir: mücerret, dalgalı ve bulanık ile gayet formalist olan müşahhas
arasında daima orta yolda bulunan formüllerinin kaidelerini ifade etmek
üzere o, tamamen özel bir tarzı seçmiştir. Böylece onun inşa ettiği çerçeveler
aynı zamanda hem katı hem de esnektirler. Bedaheti yönünden her kaidenin
metni, düzensizlik ve ihtirasın anarşisine karşı bir çeşit set oluşturmaktadır;
fakat belirsizliği yönünden o, her bir şahsa idealini, tecrübenin verdiği
şartlara adapte edeceği ve onun ödevini ahlâkın öteki mecburiyetleriyle
uzlaştıracağı şeklin seçimini bırakmaktadır. Ancak bu adaptasyon ve
uzlaştırma, hem gevşeklik hem de kontrolsüz atılganlıktan uzak olan basiretli
bir gayretle gerçekleşmek zorundadır. Bu tarz sayesinde Kur’ani mevzuat,
başka yerde güçlükle uzlaşabilecek olan çift yönlü bir mükemmelliğe erişmiş
bulunmaktadır:

Sertlikle yumuşaklık, istikrarda/devamlılıkta ilerleme,
vahdette kesret (tenevvu’). Bu şekilde o insan ruhuna eşit ölçüde antinomik
(zıt) olan çift yönlü bir mutluluğu teminat altına almayı sağlamıştır. Hürriyet
içerisinde itaat, mücadele içerisinde kolaylık, devamlılıkta girişkenlik.”
(Draz, (2004), s. 21-22, tercümede orjinali dikkate alınarak bazı tasarruflarda
bulunuldu).

Kısaca ifade etmek gerekirse K. Kerim diğer alanlarda olduğu gibi ahlâki
alanda da akıl ve ihtiyar sahibi varlıklar olarak insanların iradi katılımlarını
talep eden, aklını ve iradesini, yani bilme ve mevcudun ötesini talep etme
gücünü kullanacak olan insanı muhatap almaktadır. İnsan, dil ve bilme,
düşünme ve konuşma, konuşulanı anlama gücüne sahip varlık olarak, K.
Kerim’e muhatap olurken de, ona ittiba ederken de bu özelliklerini kullanmak
zorunda kalmaktadır.

Bunun neticesinde, Gazali’nin dediği, “ihtiyara
mecbur” (hayra yakın olmakla birlikte sürekli hayır ve şer arasında seçmek
zorunda olan) bir varlık olarak ahlâki alanda, pratik hayatında da kendisini
gösterme, bir anlamda ispat etmek imkanı elde etmektedir. İnsan bir bütün
olarak K. Kerim’in muhatabıdır. Bu, ahlâk söz konusu olduğunda, insanın
bütün yönlerini talep eden K. Kerim’in talebinin sadece bir cihetini teşkil
etmektedir. K. Kerim insana yol göstermekte ve ona, bu yolu sürdürmesi için
gerekli olan her şeyi vermektedir. Geri kalan insanın kendisine verilmiş olan
imkanları kullanarak, kendisine verilenin “gerisini” getirmekten ibarettir.
Benzer bir durum Hz. Peygamber için geçerlidir. Hz. Peygamber’in
sözlerinde ahlâki kuralları ifade edenler de vardır; bir ahlâk ilkesini ifade
edenler de. Bunları birbirinden ayırmak, ahlâk ilminin vazifesi olmuş; bu
faaliyet de muhtelif alimler ve alim grupları, özellikle mezhepler tarafından
gerçekleştirilmiştir.

Hz. Peygamber’in İslâm ahlâkındaki kaynak konumunu keşfedebilmek
için son zamanlarda ahlâk felsefesinde özellikle tartışılan bir konuyu, olgudeğer
ilişkisi meselesini, dikkate almak ve bu çerçevede Hz. Peygamber’in
bir fiili gerçekleştirmiş olmasının, nasıl olup ta, hangi gerekçelerle ahlâki bir
ideali, yani olması gerekeni ifade edebildiğini açıklamak gerekmektedir. Hz.
Peygamber’in dindeki ve İslâm ahlâkındaki konumu, mesela “Hz. Peygamber
bir fiili, o fiil o gerçekleştirmeden önce de, iyi olduğu için mi
gerçekleştirmiştir, yoksa bir fiil Hz. Peygamber o fiili gerçekleştirdiği için mi
iyi olarak kabul edilir?”

Veya “Hz. Peygamber’in fiilleri iyi olduğu için mi
ahlâki örnek teşkil eder, yoksa bir fiil onun tarafından gerçekleştirildiği için
mi iyidir?” şeklinde ifade edilebilecek soru üzerinden anlaşılamaz. Hz.
Peygamber tarafından gerçekleştirilmiş bir fiil veya onun tarafından
söylenmiş bir söz, o fiil onun tarafından işlenmeden veya o söz onun
tarafından söylenmiş olmadan önceki konumu ile alakalı olarak
değerlendirilemez. Çünkü o fiilin veya sözün, o söylemeden önce herhangi
bir ahlâki değere sahip olması söz konusu değildir. Bir fiil, onun tarafından
gerçekleşmeden önce herhangi bir ahlâki “vasfa” sahip olmayabilir veya
“kötü” sayılabilir veya “iyi” sayılabilir. Bunların hiç birisi, Hz. Peygamberin
fiili hakkında hüküm vermek için yeterli değildir. O fiile bir değer katan, ona
ahlâki bir statü, bir konum veren, Hz. Peygamber’in o fiili gerçekleştirmesi, o
tavsiyeyi yapması veya o fiilin yapılmasını uygun görmemesi ve
yasaklamasıdır.

Hz. Peygamber’in konumu o halde, rasyonalizmin çizdiği dar
sınırlar içinde, aklın iyiyi ve kötüyü bilebileceği, daha doğrusu aklın iyiyi ve
kötüyü belirleyebileceği gibi bir iddianın mevzusu olmanın ötesindedir.
İyi ve kötüyü aklın bilebileceği ve iyiye ittiba etmenin aklın bir kararı ile
gerçekleştiği açıktır. Netice itibariyle Hz. Peygamber’i davranışlarında örnek
olarak kabul eden insanlar da makul düşünen, aklıyla karar veren insanlardı.
Ancak onların akılları, Hz. Peygamber’e ittiba etmeyi akıl dışı bir karar
olarak değil, aksine makul bir karar, Hz. Peygamber’in davranış tarzını makul
bir hayat tarzı olarak kabul ettiler. Demek oluyor ki buradaki temel soru akıl
mı yoksa vahiy mi değildir.

 Akıl mı vahiy mi sorusu, meseleyi kendi mahiyetine uygun bir şekilde ele almayı engelleyen bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu soru ahlak felsefesinin son zamanlarda en çetin sorusu olarak
nitelenebilecek olgu-değer ilişkisi veya olandan olması gereken çıkarılabilir
mi? şeklinde ifade edilebilir.

Bu çerçevede bizim olgu-değer ilişkisini ele almamız ve nasıl olup ta Hz.
Peygamber’in gerçekleştirdiği fiillerin (=olan, olgu), diğer insanlar için
olması gerekeni (=değer) teşkil ettiğini anlaşılır bir şekilde ortaya koymamız
gerekmektedir.

Hz. Peygamber’i Cenab-ı Hakk “sen büyük bir ahlâk üzeresin”
(Kalem/68: 4) şeklinde tavsif ederken, Müslümanlara da, “rasul’de üsve-i
hasene vardır” (Ahzab/33:21) diye işaret ederek, Hz. Peygamber’de olan ile
olması gerekenin buluştuğu ve bir vahdet teşkil ettiğini; dolayısı ile bu
cihetten Hz. Peygamber’in ahlâki örnek olduğunu ifade etmiş olmaktadır.

Burada belki kısaca bir ayet üzerinde de durmak gerekmektedir. Cenab-ı
Hakk Hz. Peygamber’e, “biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik”
(Enbiya/21: 107) buyuruyor.

Bu ayetteki “rahmet” kelimesini anlayabilmek için, Cenab-ı Hakk’ın “rahman ve
rahim” olduğunu ve bunun Türkçe’de kullanıldığı haliyle “merhametli olmak”
veya “acımak” ile yakından alakasının olmadığını ifade etmek gerekmektedir.
Acımak veya merhamet etmek, ihtiyaç sahibi olana veya zor durumda kalana,
bu sıkıntısını aşması için yardımda bulunmak veya elinden bir şeyini almak
mümkün iken, bunu ona bırakmak gibi bir anlama kullanılmaktadır. Bunu biz
mesela bu ayete tatbik edecek olursak, doğrudan ve herhangi bir tevil
yapmadan bu ayeti anlamak mümkün olmaz.

Rahmet, varlık kaynağı veya varoluş imkânı demektir. Cenab-ı Hakk’ın
rahman ve rahim olduğunu söylemek, O’nun bütün mevcudatın yaratıcısı ve
O’nun yaratmasının bütün varlığın kaynağı olduğunu dile getirmek demektir.
Buradan hareketle, Hz. Peygamber’in “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiş
olmasını, onun âlemlere, yani insanlara, kendi şahsında yeni ve bir anlamda
da yeniden bir varoluş imkânı olarak gönderildiğini kolayca anlayabiliriz.

Cenab-ı Hakk’ın rahman ve rahim olması da, mü’min kâfir her insana sahip
olduğu her şeyi verdiği; müslümana kâfirden ayrıca, gönderdiği Peygamber’e
ittiba etmesi sebebi ile hem bu dünyada hem de ahrette daha farklı varoluş
imkanları açtığını anlayabiliriz. Bunun Türkçe’deki “merhamet” ile dolaylı
bir irtibatını da kurabiliriz. Şöyle ki: birisine acımak veya merhamet etmek
demek, onun elinde bulunanı elinden almak mümkünken almamak veya sahip
olmadığı bir şeyi ona vermek olduğuna göre, onun varlığını devam ettirmesi
konusunda ona bir kolaylık sağlamak anlamına gelmektedir. O halde acımak
veya Türkçede kullanıldığı haliyle merhamet etmek, doğrudan değil dolaylı
olarak rahmetle alakalıdır. Önce mecazen kullanılmaya başlanmış; ancak
daha sonra meşhur kullanım şekli haline gelerek, asıl anlamının üzerini
örtmüş veya asıl anlamını geri plana itmiş gibi gözükmektedir.

Hz. Peygamber kendi hayatında gerçekleştirdiği fiiller ve dile getirdiği
ahlâki ilke ve kurallarla, etrafındaki insanlara, dolayısı ile bütün insanlığa,
“yeni bir varoluş imkanı” sağlamıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber’i mevcut ve
geçerli, yani “o günün anlayışına göre rasyonel”, kriterlerle değerlendirenler,
anlamamışlar; dolayısı ile onunla mahiyetine uygun bir şekilde, gereği gibi
irtibat kuramamışlardır.

Bir kısmı da, onun fiillerinde geçerli olana bir karşı
çıkış olduğunu fark ederek, mevcut tarafını tutarak/mevcudu muhafaza etmek
için ona karşı çıkmışlardır. Halbuki Hz. Peygamber kendi hayatında görünür
hale gelen bir davranış düzeni ile etrafındaki insanlara yeni varoluş imkanları,
yeni hayat alanları açmış, böyle olunca da, kendi hayatı makuliyetin ölçüsü
haline gelmiştir. Makul, buna göre, artık eskiden geçerli olan değil, Hz.
Peygamber’in hayatında tahakkuk eden, gerçekleşerek insanlar için görünür
hale gelendir. Hz. Peygamberin hayatı irrasyonel veya arasyonel, gerçekliği
olmayan bir iddia veya sadece bir talep olmayıp, gerçektir, çünkü
gerçekleşmiştir. Bütün insanların gözleri önünde tahakkuk etmiştir.
Yaşanmıştır. Gerçek ve yaşanmış olanın, makuliyet sorunu yoktur.

Diğer taraftan Hz. Peygamber’in fiilleri ve sözleri, emir ve tavsiyeleri
yanında yasakları, etrafındaki insanlar tarafından benimsenmiş ve
uygulanmıştır. Hz. Peygamber’in fiillerine ittiba eden, onun emir, tavsiye ve
yasaklarını dikkate alan insanlar, ne ırk, ne renk, ne zenginlik ve fakirlik
dolayısı ile de sınıf olarak diğer insanlardan farklı değildir. Sahabe kendi
içinde her bilgi ve görgü seviyesinden insanın, her renk ve cinsten insanın
bulunduğu bir toplumdur. Bu toplumda zenginler olduğu gibi fakirler,
yaşlılar olduğu gibi gençler ve orta yaşlılar, kadınlar olduğu gibi erkekler,
zenciler olduğu gibi beyazlar, Araplar olduğu gibi acemler (Arap
olmayanlar), okuma yazmayı bilip, o günkü şartlarda tahsilli olanlar olduğu
gibi, formel tahsili bulunmayanlar da bulunmaktadır. Önemli olan da zaten
hemen her toplumda bulunan bu kadar farklılığın, Hz. Peygamber’e ittiba
eden toplumda da bulunması ve bunların hepsinin onda, her birini diğerine
bağlayan ve herkesi taşıyan bir varoluş imkanı bulmaları ve buna ittiba
ederek hayatlarını sürdürmeleridir. Bu hususta makuliyetin ön şartının sadece
bir kişi tarafından gerçekleşmesiyle tahakkuk etmesine rağmen, bunun
ötesinde her cihetten bütün insanlığı temsil edebilecek çeşitliliğe sahip bir
topluluk tarafından aynı şekilde anlaşılmış, üstlenilmiş ve uygulanılmış
olmanın getirdiği bir makuliyet seviyesini göstermektedir. Hz. Peygamber’in
tebliğ ettiği ve bizzat yaşayarak beyan ettiği dinin makuliyet sorunu olmadığı
gibi, en azından sahabenin ittifakla ve tevatüren yaşayarak naklettikleri ana
çerçeve –ki buna zarurat-ı diniye de denilir- makuliyetin esasını teşkil
etmiştir. Daha sonra aklın iyi ve kötüyü bilip bilemeyeceği ile ilgili
tartışmalar, ma’kul ve menkul ilişkisi üzerindeki bütün tartışmalar bu
tevatür zemininde gerçekleşmiştir.

Hz. Peygamber’in fiil ve sözlerinin tamamının herkes tarafından aynı
şekilde anlaşılacağını beklemek anlamsızdır. Onun tebliğ ve beyan ettiği
tayin edici ilke ve kuralların tamamının bütün Müslümanlar tarafından
aynı veya benzer şekilde algılandığı da bir hakikattir. Hz. Peygamber
ahrete irtihal ettikten sonra bütün dünyaya dağılan on binlerce sahabinin bir
ve aynı dini yaşaması, bir ve aynı davranış düzenini yaşayarak, hemen her
yerde aynı ahlâkı göstermeleri Hz. Peygamber’in tebliğinin ve beyanının tam
olarak anlaşıldığının bir ifadesidir. Bu durum klasik dilde kısaca “sahabenin
icmaı” olarak ifade edilir ki, bu da İslâm dini ve dolayısı ile ahlâkının delalet
ve sübut cihetinden yakin ifade eden ilke ve kurallarını ihtiva eder. Sahabenin
icmaının diğer bir ismi ise, özellikle K. Kerim’in nakli söz konusu olduğunda
kullanılan, tevatür kelimesidir.

Tevatür sübut ve delalet yönünden yakin ifade
eder. Çünkü mütevatir olan, yani tevatür olarak nakledilen herhangi bir şeyin
varlığı ile bilgisi bir ve aynı şeydir. Tevatürde varlık ile bilgi özdeştir. Bunu
K. Kerim üzerinden kısaca şöylece ifade edebiliriz. K. Kerim’in tevatüren
nakledilmesi demek, formel bir uzlaşma için bir araya gelme ihtimali
olmayan insanların birbirlerinden bağımsız olarak K. Kerim’i okumaları
demektir. K. Kerim esas itibariyle “okunduğu” ve “okunarak” nakledildiği
için, K. Kerim’in bilinmesi ile onun varlığını sürdürmesi bir ve aynı şeydir.
Burada Kur’an’ın bilinmesi ile varolması arasında bir öncelik ve sonralık,
veya illet-malul ilişkisi mevcut değildir. Kur’an’ın bilgisi ile varlığı bir ve
aynı şeyin iki ayrı ifadesidir.

Benzer durum ahlâk için geçerlidir. Daha sonra bu kitapta ana hatları ile
zikredilecek bütün temel ahlâki ilkeler ve kurallar (değerler/ahlâki hükümler)
Müslümanların hayatında ve onların hayatı olarak, yani yaşanarak nakledilmiştir.
İslâm ahlâkının ilkeleri ve kuralları konusundaki bilgilerin bu
kadar yaygın ve yakin derecesi yüksek olması, bununla doğrudan alakalıdır.

Ahlâki olan, olması gerekeni ifade eder. İnsanların hayatında genellikle
olan ile olması gereken tam olarak örtüşmez. İnsanlar fiillerinde ve
kararlarında “olmaması gereken” fiiller gerçekleştirir, verilmemesi gereken
veya daha uygun veya daha iyi olan kararlar verebilirler. Olan ile olması
gerekenin arasında tam bir örtüşmenin gerçekleşmesi, insan hayatında
mümkün değildir. İnsan beşerdir, atasözünün dedi gibi “beşer, şaşar”. Olanın
olması gereken olduğunu söylemek, ahlâkı reddetmektir. Bu durum sufilerin,

“hayır olandadır” (el-hayru fi ma vaka’a) ile kast ettiklerinden veya
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın ifade ettiği gibi:

Hak şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Arif anı seyr eyler,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Mısralarında söylediğinden daha farklıdır. Burada Allah’a tevekkül dile
gelmektedir ki, bu “olan olması gerekendir”, ifadesinde kast edilenden daha
farklı bir anlama gelmektedir.

Ancak insanlık tarihinde bazı “istisnai” çok özel durumlar vardır ve bu
durumlarda olması gereken tahakkuk eder. Bu istisnai hallerden birisi Hz.
Peygamber’in hayatı olarak gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber, hem olanı hem
de olması gerekeni şahsında birleştirmiştir. Klasik dil, insan-ı kâmil terimini
bu cihetiyle Hz. Peygamber’i ifade etmek için kullanır. Olan ile olması
gerekenin birleştiği insanlar her dönemde mevcuttur. Hz. Peygamber her
cihetten insan-ı kamil iken, onun dışındaki insanlar bir veya birkaç cihetten
kemalin ta’ayyün ettiği varlıklar olabilir.