İslâm ahlâkının ikinci kaynağı akıldır. Ancak aklın kaynak olması,
kendiliğinden ve esastan müstakil ahlâki ilke ve kurallar vazetmek olmayıp,
nakille gelenin anlaşılması ile alakalıdır. Bunun yanında aklın esas kaynak
değeri, ahlâk alanının ilim haline getirilerek, bunun ortaya çıkardığı
meseleleri ortaya koymaktır.
Bu meseleler de, ana hatları ile şu şekilde sıralanabilir:
(1) rivayetlerin tasnifi;
(2) buradan kuralların çıkarılması;
(3) rivayetler ile kurallar arasındaki irtibatı kurmanın makul yolu/yönteminin
müzakere edilerek ortaya konulması.
Bu çerçevede muhtelif alanları ifade
etmek üzere ahlâk alanının temel kavramlarının isimlendirilerek ıstılahların
geliştirilmesi de ahlâkın ilim haline getirilme sürecinin mütemmim cüz’üdür
(tamamlayıcı parçasıdır).
Ahlak ilmi, ahlaki ilke ve kuralların uygulanmasını da dikkate alır. Buna
bağlı olarak ahlaki ilke ve kuralları anlama ve uygulama sürecine refakat
eder. Ahlak ilminin vazifesi uygulamaya refakat ederken ortaya çıkan
imkanları kullanarak, yeni durumları değerlendirme, yeni bir durumda hangi
kuralların etkin olacağı ve bu kuralların nasıl uygulanacağını belirleme
noktasında ortaya çıkmaktadır. Bunu klasik dil şu şekilde ifade etmektedir:
Bütün bu rivayetler ve veriler belirli kriterler çerçevesinde önce tasnif edilir,
sonra bunlar belirli bir düzen içerisinde, fasıllara ayrılarak tafsil edilir; ancak
bu ilim olmak için yetmez; bunun için bütün bu verilerin ve rivayetlerin
anlaşılması da gerekmektedir. Rivayetlerin ve verilerin anlaşılması aşamasına
tahsil edilmesi denilmektedir. Ve nihayet anlaşılmış olan rivayet ve veriler
mevcut durum dikkate alınarak, ortaya çıkan sorunları kavramak ve çözmek
için kullanılır. Bunun yapılabilmesi için bunların bu cihetten ele alınması ve
tedkik edilmesi gerekmektedir. Bütün bu aşamalar belirli bir yöntemi ihtiva
etmektedir ve bu yönteme de kısaca tahkik denilmektedir. Kısaca birinci
kısımda bulunan esasın sürekli ve sistematik bir şekilde işlenerek, ilim haline
getirilmesi ve bunun üzerinden yeni yetişen nesillerin belirli bir düzen
içerisinde ahlâklı şahıslar olarak yetiştirilmesi imkânı ortaya çıkarılmaktadır.
İslâm ahlâkının kaynakları derken kastedilen üçüncü anlam tam da bu
çerçevede ortaya çıkmaktadır: İslâm ahlâkının ilimleşme süreci ve bu sürece
katkıda bulunmuş olan temel eserler ve bunların müellifleri. Demek oluyor
ki, İslâm ahlâkının bir rivayet bir de dirayet kısmı vardır. Rivayet kısmı, onun
varlığı ve bilgisi ile alakalı iken, dirayet kısmı bir davranış düzeni ve
davranış düzeninin bilgisini kendisine konu edinerek, bunu daha üst bir dilde
ele alıp, bir taraftan bunların anlaşılması ve hakiki veya muhtemel
karşıtlarına karşı savunulmasını sağlama yanında, yeni yetişen nesillere
sistematik bir şekilde İslâm ahlâkını öğretmeyi mümkün kılmak ile alakalıdır.
Kısaca İslâm ahlâkının bir rivayet bir de dirayet kısmının mevcut olduğunu
ve bunların birbiri ile irtibat içerisinde ele alınmasının, bu alanın günümüzde
öğrenilmesi ve öğretilmesi için gerekli odluğunu söyleyebiliriz. Bu durum
bize bugün İslâm ahlâkının kaynakları dediğimizde kesinlikle ihmal
edilmemesi gereken bir tarihi ve sistematik boyut olduğunu ve İslâm
ahlâkının ilimleşme sürecinde ortaya çıkan eserlerin de bu çerçevede kaynak
değeri kazandığını söyleyebiliriz.
Üçüncü olarak ahlâk ilmi ve ahlâk ilminde telif edilmiş temel eserleri de
kaynak olarak zikretmek gerekmektedir. Çünkü “kaynak” kelimesi, yukarıda
da ifade edildiği gibi, bir alanda telif edilmiş temsil gücü yüksek eserler için
de kullanılmaktadır. Bir alanın ilim haline gelmesi demek, kendisine has bir
mevzusunun olması, bu mevzu ile ilgili muhtelif meselelerin ortaya
konulması ve bunların halledilmesi ve bütün bu faaliyetlerin bu alana ait
terimlerle/ıstılahlarla yapılması demektir. Daha başka bir ifade ile bir
konunun sistematik bir şekilde/ilim olarak ele alınması veya ilim haline
getirilmesi demek, belirli bir “örf” içerisinde, yani bu alana has ıstılahlarla,
bu alanda ortaya çıkmış olan muhtelif meseleleri ele almak ve bunlarla ilgili
çözümler ve çözüm teklifleri ortaya koymak demektir. Kısaca Ahlâk alanının
ilim haline gelmesi ve bu ilimde ortaya konulan temsil gücü yüksek eserler,
bu ilmin kaynaklarını teşkil etmektedir Gazali’nin “İhya isimli eseri İslâm
ahlâkının önemli kaynaklarından biridir” dediğimizde, ahlâk ilmi alanında
yapılmış önemli bir çalışma ve bu haliyle Müslümanların ahlâk ilmi
alanındaki faaliyetleri hakkında doğrudan bilgi veren bir eser kast
edilmektedir.
İslâm tarihinde ahlâkın sistematik bir şekilde ele alınmasının oldukça
uzun bir geçmişi vardır. Diğer alanlarda ve meselelerde olduğu gibi bu alanda
da öncelikle hatırda tutulması gereken, bütün ilimleştirme faaliyetinin tevatür
zemininde cereyan ettiğidir. Tevatür ahlâk alanının ilmileşmesi sürecinde de
bu sürecin zeminini teşkil etmektedir. Tevatürün tayin edici konumunu fark
etmek için, ahlâk alanında telif edilmiş eserlerde temel ahlâki ilke ve
kuralların müşterek olduğu; sadece açıklama, temellendirme ve tasnifte
farklılıklar ortaya çıktığını ifade etmek yeterlidir. Yalan söylemek, hırsızlık
yapmak, birilerine iftira etmek gibi fiiller bütün kitaplarda kötü, insanlara
yardım etmek, iffetli olmak ve iffetli davranmak, cesaret ve cesur davranmak
gibi nitelikler (vasıflar) ve fiiller de iyi olarak kabul edilmektedir. Bu
noktalarda ortaya çıkan farklılıklar önemsiz olmamakla birlikte, ahlâkın
içeriğini değiştirmemekte; ancak ahlâk eğitiminin keyfiyeti gibi oldukça ciddi
sayılabilecek bir cihette önemli neticeler ortaya çıkarmaktadır.
Ahlâk konuları ilk asırlarda geniş hadis külliyatı içinde, muhtelif başlıklar
altında ele alınmıştır. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in ahlâkı “edeb”, “birr”
ve “hüsnü’l-hulk” gibi başlıklar altında tasvir edilmiştir. Bu tasvirde
doğrudan rivayet dili kullanılmış; duruma göre onun bir fiili, bir sözü veya
bir takriri onun ahlâkının unsurları (şahitleri veya delilleri) olarak
zikredilmiştir. Bu tür eserleri okuyanlar belirli durumlarda Hz. Peygamberin
nasıl davrandığını, neyi tavsiye ettiğini ve neye müdahale etmeyerek,
onayladığını görmektedirler. Bu türden eserler her şeyden önce temel hadis
kitaplarıdır (kütüb-i sitte veya kütüb-i aşere). Bunların yanında yine
muhaddisler tarafından telif edilmiş ve özellikle ahlâki rivayetlere tahsis
edilmiş eserler de bulunmaktadır. Bu eserler de, başlık olarak Abdullah b.
Mübarek’in (öl. 181/707)“Kitâbü’z-zühd ve’r- rekâik”i, Ahmed b. Hanbel’in
(öl. 241/855) ve Kütüb-i Sitte müelliflerinden Buhârî’nin (256/877) “elEdebü’l-müfred”i
gibi muhtevalarını ifade edecek başlıklarla hazırlanmıştır.
Bunların yanında ismi “âdâb” veya “edeb” ile başlayan çok sayıda eser
telif edilmiştir. Bunların büyük bir kısmı bir “davranış düzeni”ni ortaya
koydukları için, çok çeşitli alanlarda olsalar da, “edebü’l-katib” gibi
doğrudan ahlâki konuları ele almayanlarda bile, ahlâki bir boyut vardır. Bu
tür eserlerin kaza (yargı) ile ilgili alanı, yani muhakeme usulünü tasvir eden
eserler hukuki olan ile ahlâki olanın, en azından muhakeme (yargılama)
sürecinde birbiri ile irtibatı içinde tasvirini ele almakta; bu tasvir üzerinden
belirli bir davranış düzeni öğretilmektedir. Özellikle bu alanda rivayet ile
dirayetin, nakil ile aklın nasıl birlikte yürüdüğünü takip etmek mümkündür.
Özellikle önceleri bir mahkeme salonunun veya binasının bulunmadığı
şartlarda yapılan muhakemenin, daha sonra daha karmaşıklaşmış toplumsal
ilişkiler düzeni içinde yapı kazandığı ve bu yapının işleyişinin normatif
düzeninin, daha basit olandan hareketle nasıl geliştirildiğini burada görmek
mümkündür. Başlığı “âdâb” veya “edeb” olan ahlâk eserleri oldukça önemli
bir yekun tutmaktadır. Bunlar arasında toplumsal ve ferdi hayatı bir bütün
olarak ve birbiri ile irtibatı içinde, modern teorik sistemlere meydan
okurcasına, tam bir sistem olarak ortaya koyan Maverdi’nin Edebü’d-Dünya
ve’d-Dini’i yanında, bir tür iletişim, tartışma ve araştırma ahlâkı olan ve bunu
aynı zamanda bir yöntem olarak ortaya koyan “adâbü’l-bahs ve’l-münazara”
literatürü vardır. Bu literatür, edebü’l-kaza (muhakeme usulü) literatürü
yanında Osmanlı döneminde çok ilgi görmüş ve bu alanlarda çok önemli
çalışmalar yapılmıştır.
Buraya kadar işaret edilen ve muhteva olarak olması gereken fiilleri veya
uyulması gereken kuralları kendisine konu edinen eserler İslâm tarihinin
başından itibaren telif edilmiştir. Bu eserler başka bir cihetten başka soru ve
sorunlara sebep teşkil etmiş veya bu eserler yanında, bu eserlerin içeriğinin
tikel meseleler olmasından dolayı cevap vermediği, meseleler ortaya
çıkmıştır. Bu mes’elelerin başında ahlâki hayatın ön şartı olan insanın
özgürlüğü meselesi ve bunun yanında ahlâk alanının temel iki kavramı olarak
iyi ve kötünün mahiyeti ile ilgili soru gelmektedir. Bu mes’eleler duruma
göre müstakil eserlerde ele alınmakla birlikte genellikle kelam ve fıkıh usulü
eserlerinde mühim bir bahis olarak, ele alınmıştır. İnsanın özgürlüğü
meselesi, sorumluluğu ile irtibatlı olarak, ama aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın
mutlak kudreti de dikkate alınarak kelam kitaplarının “kulların fiilleri” ile
ilgili bahisleri yanında müteahhirun döneminde ilahiyat bahislerinde Cenab-ı
Hakk’ın isim ve sıfatları ele alınırken müzakere edilmiştir. İyi ve kötü’nün
mahiyeti ile ilgili tahlil ve tartışmalar ise fıkıh usulü kitaplarının “hüsünkubuh”
(iyi-kötü) meselesi başlığı altında ele alınırken, akaid ve kelam
kitaplarında muhtelif başlıklar altında ele almışlardır. Ahlâkın ilim olarak
gelişme sürecinde bu araştırma ve tahlillerin, müzakerelerin önemli bir yeri
vardır.
Tasavvuf alanında da ahlâkı doğrudan veya dolaylı olarak mevzu edinen
çok sayıda eser telif edilmiştir. Birçok önde gelen sufi tasavvufu “güzel
ahlâk” olarak tanımladığı için, tasavvuf ile ahlâk arasında asli bir irtibat
vardır. Bu sebeple temel sufi eserlerinin her birisi aynı zamanda bir ahlâk
eseri hüviyetindedir. Bunlar arasında Abdullah b. Mübarek’in Kitâbü’zZühd’ü,
Haris el-Muhasibi’nin er-Riaye li-hukukillah’ı, Kelelebazi’nin
(Gülabadi), et-Ta’arruf’u, Ebû Talib el-Mekki’nin Kût el-Kulûb’ü, Serrac’ın
el-Luma’ı, Kuşeyri’nin er-Risâle’si, Hucvirî’nin Keşfü’l-Mahcub’u,
Gazali’nin İhyâ’sı, Sühreverdi’nin Avarifü’l-Mearif’i, İbn Arabi’nin muhtelif
ahlâk eserleri yanında el-Fütühat el-Mekkiyye’si, Mevlana’nın Mesnevi’si ve
daha sonra yaşayan yüzlerce sufinin eserleri, aynı zamanda az veya çok
sistematik ahlâk eserleridir. Sufilerin eserlerinin en önemli özelliği, ahlâkı
kurallar ve ilkelere uyma olarak görmeyip daha ileri giderek, insanda bu ilke
ve kurallara uyma neticesinde ortaya çıkacak olan/çıkması beklenen hal ve
makam olarak kavramaları; bunun neticesinde de, sadece kurallara uymayı
ahlâki yetkinlik açısından yeterli bulmamalarıdır.
Benzer bir şekilde ahlâkı daha farklı bir cihetten ele alan bir grup ta
filozoflar (felâsife) olmuştur. Felâsifenin ayırıcı hususiyeti, ahlâki ilke ve
kuralları tasvir ve tahlil ederken Yunan filozoflarının eserlerinde bulunan
çerçeveyi de dikkate almış olmalarıdır. Bu cihetten felasifenin tabiiyyat
(fizik) ve psikoloji (ilmü’n-nefs) ile ahlâk arasında doğrudan irtibat
kurmaları, ilk bakışta yöntemlerine bir makuliyet görüntüsü vermiş; bu
durum onların eserlerinde belli ölçüde belirleyici olmuştur.
Felsefeciler arasında Kindi’den (öl. 252/866) başlayarak Ebu Bekir erRazi
(öl. 313/925), Ihvan-ı Safa, Farabi (öl. 339/950), fazla olmamakla
birlikte İbn Sina (öl. 1037), İbn Miskeveyh (öl. 1030), Gazali (öl. 505/1111),
Fahreddin er-Razi (öl. 606/1210), Nasirüddin et-Tusi (öl. 1274), Adududdin
el-İci (öl. 1355), Celaleddin ed-Devvani (öl. 1502), Hüseyin b. Ali el-Kâşifi
(1504) ve Kınalızade Ali Efendi (öl. 15729 eserleri, bu alanda temsil gücü
yüksek eserlerdir. Bunarın dışında da çok sayıda eser telif edilmiştir.
Felâsife, fizik ile psikoloji ve psikoloji ile ahlâk arasında kurdukları
irtibattan dolayı ahlâkı, kamil haliyle bazı faziletlerin bir sıfat olarak insanda
yerleşmesi olarak kavramışlar; bunun neticesinde de ahlâk öğretilerini, daha
çok bir tür ahlâki eğitim, faziletlerin öğretilmesi, şeklinde dile getirmişlerdir.
Ahlâkın nazari değil de ameli olması da, bu anlamda görülmüş; yalan
söylemenin kötü olduğunu bilmek değil, yalan söylemeyen bir insanın
yetişmesi, ahlâkın amacı olarak ifade edilmiştir.
Bunların yanında tabakat kitaplarında söz konusu olan zevatın ahlâkı
anlatılırken, aynı zamanda temel ahlâki ilke ve kuralların bunların
hayatlarında nasıl etkin olduğu da anlatılmış; menakıb eserleri, bazen abartılı
olarak kabul edilecek menkıbeler üzerinden ahlâki faziletlerin örnekleri de
zikredilmiş; edebiyatın muhtelif alanları, başta mesneviler olmak üzere,
divanlardaki muhtelif edebi formlarda özellikle kasidelerde ve fütüvvetname
türü eserlerde, hatta tarih kitaplarında da ahlâki ilke ve kurallar muhtelif
şekillerde dile getirilmiştir.
Bu eserlerde de genel anlamı ile iyiyi ve kötüyü ifade eden ilke ve
kuralların neler olduğu hususunda, vurgular değişse de, bir ihtilaf
(anlaşmazlık) söz konusu değildir. Buradaki ihtilaf, iyi ve kötü olduğu bilinen
kural ve davranışların/fiillerin, nasıl anlaşılacağı, nasıl temellendirilebileceği;
mesela Müslüman olmayan birisine anlaşılır bir şekilde nasıl anlatılacağı
noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu ihtilaflar ve ihtilaflardan kaynaklanan
farklar, muhtelif alanlarda ortaya çıkan örfler üzerinden etkin oldukları için,
temel ahlâki değerler alanında ihtilaf olmaması, adab ve erkan yanında
yöntem ile ilgili cihetlerden farklara esas teşkil etmiş; bunun neticesinde de
İslâm ahlâk düşüncesi ilmileşirken, aynı zamanda çeşitlenerek, çoklu bir yapı
kazanmıştır. Bu çerçevede daha çok hadisçilerin ön plana çıkardığı bir tarz ve
yöntem ile sufilerin yöntemi farklı olduğu gibi sufiler arasında da adab ve
erkan farkına bağlı olarak, asli ahlâki ilkeler ve kurallara ek olarak, daha
farklı ilke ve kurallar ortaya çıkmıştır. Bu ihtilaflar muhtelif ahlâk ekolleri
olarak gelişmiştir ki, bunu daha sonraki ünitede ele alacağız.
Görüldüğü gibi İslâm ahlâkının kaynakları, nakil ile akıl olarak iki ana
kısma ayrılmakla birlikte, naklin nerede bittiği, aklın nerede başladığı veya
aklın nerede etkin olup naklin daha geri planda kaldığını açık ve seçik bir
şekilde tespit etmek mümkün değildir. Bir fakihin, İmam Muhammed eş-
Şeybani’in ifade ettiği gibi, “rivayet (hadis) re’ysiz (anlayışa dayalı görüş),
re’y de rivayet olmadan, olamaz”. O halde akıl ve nakil genel olarak İslâm
medeniyetinde, özel olarak da İslâm ahlâkı alanında bir biriyle çelişen,
muhalif iki unsur olmayıp, birbirinin mütelazımı olarak algılanmış ve böylece
değerlendirilmiştir. Gazali’nin dediğine denk düşerek, nakil akla hareket
alanı açmış, akıl da nakle etkin olma yollarını geliştirmiştir. Nakil ve aklı
buluşturup telif eden ise, tevatür olmuştur.