İslâm, iman ve ameldir. Tabii burada söz konusu olan iman ve amel, herhangi
bir iman ve herhangi bir amel olmayıp, sahih iman ve salih amel olarak
nitelendirilir. Sahih iman, olanı nasılsa öylece, (mesela Allah’ı Allah, insanı
insan, peygamberi peygamber ve meleği de melek olarak) bilmek ve bunu
kabul etmek iken salih amel, diğer insanları ve varlıkları koruyarak, onların
varlıklarını teyid ederek, geliştiren eylemleri isimlendirmektedir. Sahih imana
“hakk” denilirken, salih amele de “hayr” denilmektedir. Kısaca İslâm
“hakkı” kabul etmek ve “hayrı” tahakkuk ettirmeye yönelmek ve
gerçekleştirmektir.
Bu meseleyi daha iyi anlayabilmek için yukarıda zikredilen din tanımının
kısa bir tahlilini yapmak gerekmektedir. Buna göre din, “akıl sahiplerini
hüsn-i ihtiyarları ile bizzat hayırlara sevk eden ilahi vaz”ı ifade etmekteydi.
Tam klasik ifadesi ile “din, zevi’l-ukûlü hüsn-i ihtiyarları ile bizzat hayırlara
sevk eden vaz-ı ilâhîdir”. Bu tanımda bulunan unsurlar “zevi’l-ukûl”, “hüsn-i
ihtiyar”, “bizzat hayır”, “sevk eden” ve nihayet “vaz-ı ilâhî”dir.
Bunların her birisi İslâm dini dikkate alınarak tespit edilmiş unsurlardır.
Din öncelikli olarak “zevi’l-ukûl”e yani “akıl sahipleri”ne yöneliktir. Aklı
olmayanın dini de yoktur. Akıl, insanın ayırıcı hususiyetidir. Kısaca “nutuk”,
düşünme ve konuşma kabiliyeti olarak tanımlanır. İnsanın en yaygın
tanımlarından birisi, “düşünebilen ve konuşabilen canlı” anlamına gelen
“nâtık hayevân”dır. Dinin insanın aklına yönelik olması, düşünme ve dil
ile alakalı olması ve fiziki bir zorlama yoluyla değil, düşünme ve
konuşma, konuşulanı, kendisine söylenileni anlama ve buna göre
davranabilme kabiliyeti üzerinden etkin olmasını öngörür.
Bunun olabilmesi için insanda söyleneni, kendisine bildirilendeki hayır,
yani iyilik cihetini anlamayı ve kabul etmeyi sağlayacak bir yatkınlık olması
gerekir. Bu yatkınlığın adı “ihtiyâr”dır. İhtiyâr hayrı, iyiyi, varlığa yakın
olanı tercihe yatkınlık anlamına gelmektedir. Bu yatkınlık, insanda söylenen
sözü, bir hitabı anlama konusunda önceden bulunan bir hazırlığa, hazır
bulunan, ona verilmiş bir kabiliyete delalet etmektedir. Hüsn-i ihtiyar,
insandaki bu yatkınlığın etkin olması, insanın kendisine ulaşan ilahi hidayet
ile kendindeki hayır cihetini keşfetmesi anlamına gelmektedir.
“Bizzat hayır” tabiri, insanın irtibat halinde varlığını sürdürdüğü aslı ifade
eder. Bu asıl, varlıktır; varlık ise, nihai olarak Cenab-ı Hakk’ın tekvini
(yaratması) anlamına gelir. Varlık, mahlukat demektir ve bizzat hayır,
varlıklarla onların varlığını teyid ederek geliştiren demektir. Bu, iyi
fiillerin özelliğini ifade eder. İyilik te hayırlı olmak, yani başkalarını
muhafaza ederek, onları varlıklarında desteklemektir. Bu sebeple birilerinin
malını, canını, şerefini yok etmek için uğraşmak, kötüdür.
“Sevk eden” tabiri, zorlamadan yönlendiren demektir ki, günümüzün
bilim dilinde “motif” olarak ifade edilebilir. Yukarıda da işaret edildiği gibi,
sevk etmek, fiziki zorlama olmaksızın insanın bilgisine sunmak ve onun da,
doğru ve iyinin bilgisine uygun davranması için kullanılmaktadır. “hüsn-i
ihtiyar ile sevk eden” ifadesi, insanların kendi istek ve arzuları ile, bilerek ve
isteyerek iyilikleri kabul edip, ona uygun davranması anlamına gelmektedir.
“Vaz-ı İlahi” tabiri de, dinin tabii olmayıp, Cenab-ı Hakk’ın tayin ettiği,
insanlığa öğrettiği bir hayat düzeni olduğunu ifade eder. Bu hayat düzeni,
insana kendi varlığını mahlukat ile uyum içerisinde muhafaza etme yolunu ve
sahip olduğu kabiliyetleri mükemmelleştirecek yöntemi içerir. Buna kısaca
“dünya ve ahret saadeti” denilmektedir. Bu anlamda din insana dünya ve
ahret saadetini elde etmenin yolunu göstermektedir.
Bütün bu unsurları dikkate aldığımız vakit klasik haliyle İslâm ile irtibatlı
olarak yapılmış din tanımının, ahlâkı ihtiva ettiğini; ahlâkiliğin dindarlığın
mütemmim cüzü, tamamlayıcı parçası olduğunu görebiliriz.
Azizüddin Nesefi’nin şu ifadeleri dini hayatın ahlâki, ahlâki hayatın da
dini boyutunu ifade etmeye önemli bir örnek teşkil etmektedir:
"Ey derviş! İnsan-ı Kamil alemi tanzim etmekten ve halk arasında doğruluk
ifasından ve fena adet ve rüsümu halk arasından kaldırmaktan ve nas arasında
iyi kaide ve kanun vaz etmekten ve nası Hakk'a davet eylemekden ve
Hudâ’nın azamat ve ekberiyyetini ve vahdâniyyetini nâsa haber vermekden
ve ahretin mehdini çok söyleyip, ahretin bekasından ve sebatından haber
vermekden ve dünyayı çok zemm eylemekden ve dünyanın tegayyüründen ve
sebatsızlığından hikaye etmekten ve fakr ve hümûlun nasın gönlüne hoş
gelmesi için menfaat-i fakrı ve hümûlu nasa haber vermekten ve nasın
gınâdan ve şehvetten nefret etmeleri için mazarrat-ı gınayı ve şehveti
söylemekten ve iyilere ahrette cennet ile va’de vermekten ve kötülere ahrette
Cehennem ile va’îd eylemekten ve Cennetin hoşluğunu ve Cehemmenin
nahoşluğunu ve hesabın güçlüğünü hikaye ve mübalağa ile rivayet etmekten
daha iyi hiçbir taat görmez ve nâsı yekdiğerine muhib ve müşfik kılar, ta ki
yekdiğerini incitmeyeler. Ve rahatı yekdiğerinden diriğ etmeyeler ve
yekdiğerine muavin olurlar ve nasın yekdiğerine dilleriyle ve elleriyle eman
vermelerini emr eder. Vakta ki nas yekdiğerine eman vermeyi kendi
üzerlerine vacib gördüler, ma'nen yekdiğeri ile ahd ettiler bu ahdi asla nakz
etmemeleri lazımdır. Her kim ki nakz eder îmânı yokdur. Nitekim sallalahü
aleyhi vesellem buyurur: men lâ ahde lehû lâ imâne lehu [Başkaları nezdinde
güvenilirliği olmayanın imanı da yoktur] ve el-müslümü men selime’lmüslimûne
min lisânihi ve yedihi” [Müslüman diliyle ve eliyle Müslümanları
incitmeyen kimsedir.” (Azizüddin Nesefi (2004), s. 70)
Buradan hakkı bilmenin ahlâki bir boyutu olduğu gibi hayrı gerçekleştirmenin
de ilmî, epistemolojik bir boyutu olduğu ortaya çıkar. Burada
nihai amaç, olması gerekenin gerçekleşmesi ve bilinenin de gerçek olması,
kısaca gerçeğin bilgisi içinde yaşanmasıdır. İmanın ve bilginin ahlâki bir
boyutu olduğu gibi, ahlâkın da bilgi ile ilgili yani “kognitif” bir boyutu
vardır.