a. Cami ve Mescidler, Namazgâhlar
İslâm ve Osmanlı toplumunda hemen her şehir ve kasabanın, hatta köylerin
odak noktası cami veya mesciddir.
Cami veya mescidler etrafında aynı zamanda mahalleler teşekkül ettiği ve
onlara ismini verdiği gibi, sosyal dayanışma ve eğitimin merkezleridir. Cami
lugat olarak toplanma veya topluluk, mescid ise secde edilen, ibadet edilen
yer anlamlarına gelir. Bu nedenle her cami aslında birer mesciddir. Zamanla
mahallelere ismini veren küçük, ahşap çatılı (sakıflı) ve ahşap duvarlı, revaklı
olanlara mescid denilmeye başlanmıştır. Cami ise daha çok kârgir ve kubbeli
ve büyük yapıların adı olmuştur.
Aslında daha önceleri her belde ve şehirde cuma namazı için bir tek
büyük cuma camii bulunur ve sadece cami olarak o bilinir ve cuma namazı
ancak orada kılınırdı.
Osmanlı mimarisinde yapıların, plan kuruluşu bakımından daha çok cami
ve mescid tipolojisi üzerine odaklandığı görülür. Cami, plan bakımından
önceleri, erken klasik dönem olan 1538’e kadar, Bursa ve Edirne geleneğinde
görülen çok kubbeli ulucami tipi (Bursa ve Edirne Ulu camileri) ve tek ve çift
kubbeli, yanlarında ona bitişik misafir odaları (yani tabhaneleri), önünde son
cemaat revakı olan yapılar halinde karşımıza çıkar (Bursa Orhan, Yıldırım,
Yeşil camileri, Edirne Muradiye, II. Bayezid, İstanbul II. Bayezid ve Sultan
Selim camileri örneği).
Bütün bunlara rağmen Osmanlı camisinin zaman içinde, geniş bir mekânı
tasarlamak için yapı strüktürünü zorladığı görülmektedir. Yapılmak istenen
geniş ve ferah bir mekândır. Bunun için kare veya dikdörtgen bir plan
şemasından pâyeler ve kemerler üzerindeki kubbeye geçişte yarım ve çeyrek
kubbelerle statik problemler halledilmiş ve böylece proporsiyon bakımından
piramidal bir görünüme kavuşmuştur. Aynı zamanda da çeşitli tromp,
pandantif, mukarnas gibi köşe elemanları kullanılmıştır. Binanın ve kubbenin
büyüklüğü veya küçüklüğü bir mimarlık probleminden ziyade, bir inşaat ve
mühendislik çözümüdür. Osmanlı camisinde, bina kütlesi ile ana kubbe ve
yarım kubbeler, tabhane gibi yan bölümler, son cemaat ve avlu ile
minarelerin birbirleriyle proporsiyon ilişkilerinin arandığı görülür. Osmanlı
mimarlarının yapının bütün parçalarının birbirleriyle en uygun oranlarını
yakalama kaygısıyla uğraştıkları ve eski tenasübü en iyi şekilde çözerek
müstesna bir armoniye vardıkları görülmektedir.
Osmanlı camisinin, asıl klasik çizgi ve kararlara ve kıvama varması
Edirne Üç Şerefeli Cami (1447) ile ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Öyle ki XVI.
yüzyıl sonuna kadar 250 yıl aynı kararlar çok küçük farklarla uygulanmıştır
denebilir. Üç Şerefeli ile avlu-son cemaat-minare ilişkisi, merkezî plan ve
kubbe ilişkisi kesinlik kazanmıştır. Avlu ortasında bulunan abdest şadırvanı
motifi hemen hiç değişmeden neredeyse günümüze kadar gelmiştir. Ortaya
çıkışından itibaren farklı coğrafyalarda farklı biçimlere bürünen minare,
Osmanlı mimarisinde gittikçe incelmiş, kare plandan yuvarlak ve çok kenarlı
bir biçime dönüşmüştür.
Yazılı olmayan bir gelenekle de ancak sultanlar iki minare ve iki şerefe
yapabilme ayrıcalığına sahip olmuşlardır.
Osmanlı camilerinde mekân tasarımında ışığın, diğer dinlerin ibadethanelerinden
farklı olarak en güzel şekliyle kullanıldığı görülür. Dış dünya
ile ilişki, neredeyse zemine kadar inen alt sıradaki pencereler ve ikinci ve
üçüncü sıra pencerelerdeki renkli camlar ile kurulur. İbadet, Hıristiyanlık’ta
olduğu gibi karanlık ve gamlı bir mekânda değil, geniş mekân bütünlüğü ve
huzur içinde sağlanmaktadır. Aynı şekilde cami içindeki çini ve kalem işi
süslemeler, ibadet edenleri ferahlık ve ruhanî bir atmosfere ulaştırır. Hatta
Evliya Çelebi, Edirne II. Bayezid Cami’nde saflar arasına konan güzel
kokulu çiçeklerden ve güllerden bahsetmektedir.
İbadethanelerin bir diğer türü de namazgâhlardır. Üstü açık, daha çok bir
çeşme başında, yolcuların gelip geçerken namaz kılmaları için ayrılan
yüksekçe bir yer şeklindedir. Çoğunlukla çeşmenin arka yüzünde kıbleyi
gösteren bir mihrap veya bir işaret bulunur. Bursa, Anadolu Hisarı, Gelibolu
namazgâhları gibi bazı büyük, minber ve mihrabı bulunan namazgâh
örnekleri de yapılmıştır. İstanbul Kadırga’da Cündî Meydanı’nda bulunan
namazgâh gibi bazıları bir çeşme üstünde bulunmaktadır.
b. Tekke ve Zâviyeler, Dergâhlar
Bütün İslâm âleminde ve Osmanlı literatüründe yol demek olan tarikatların
çeşitli mekânlarda dinî faaliyetlerini devam ettirdikleri görülür. Esasta aynı
fakat detayda bazı farklı bir yorum ve yaşama biçimi olan tarikatlarda
ibadetler normal ibedetlerin dışında, mûsiki eşliğinde yapılan âyinler cami ve
mescidden farklı bir mekânda yapılmaktadır. Bu mekânlara İslâm
coğrafyasında tekke (doğrusu tekye), dergâh, hânikâh, zâviye gibi isimler
verilmiştir.
Bu yapıların bünyesinde mescid, semâhane-tevhidhane, derviş hücreleri,
mutfak, kahve ocağı, misafirhane, selâmlık, harem vs. gibi bölümler bulunur.
Yapılar kârgir ve ahşap olabilir. Âsitane denen çok büyük merkezlerden, son
derece küçük yapılara kadar çeşitlenebilir. Hemen hepsinin etrafında ve
bazılarının içinde kabir ve türbeler bulunmaktadır. İstisnalarının dışında birer
sanat ve irfan ocağı, topluma faydalı olan ve hizmet esasına dayanan
prensiplerle iyi insan ve vatandaşlar yetiştiren bu ocaklar, Osmanlı
coğrafyasında hemen her köşeye dağılmışlardır. Büyük âsitane örneği olarak,
Konya Mevlevihânesi, İstanbul’da Mevlânâkapı’daki mevlevîhane,
Seyyidgazi ve Makedonya-Kalkandelen’de gördüğümüz Bektaşî tekkesi gibi
örnekleri söyleyebiliriz.
c. Türbe ve Kabirler
Osmanlı türbeleri Asya’daki örnekleri ile bir hayli farklı bir plan
arzetmektedir. Planda görülen yuvarlak gövde ve örtü olarak sivri külâh,
duvar yapısı sırlı tuğla artık terkedilmiştir. Osmanlı mimarisinde plan tipi
kare ve altı ve sekiz köşelidir, çatı da kubbe olarak belirlenmiştir. Daha çok
kesme taş, dış duvarlarda bazan çok az çini kaplama, renkli taş kakmalar
görülür. Çini ve kalem işleri daha çok giriş kapısı yanlarında ve içerisi bir
cennet bahçesini andıracak şekilde tezyin edilmiştir. Bursa Muradiye
türbeleri, İstanbul II. Bayezid ve diğer padişah türbeleri, İstanbul Mahmud
Paşa Türbesi gibi örnekler. Bundan başka Bursa Devlet Hatun ve İstanbul
Murad Paşa Cami’nde de Şirmerd Çavuş kabri gibi üstü ve yanları açık
olarak baldaken veya cihar tâk tarzında olanları da görülmektedir.
Kabirler, şâhide denilen taşlarının, taş işleme sanatının bir nevi abstre
heykel gibi ele alındığı en güzel örneklerdir. Yazılar, süslemeler dönemlere
göre üslûp ve karakter farklılıkları gösterse de Osmanlı taş ustasının bu en
küçük objeyi bile birer sanat eseri haline getirmesi olağan üstüdür. Bu
örnekler bize toplumun zevk ve sanat yönünden bugün bile erişilmeyecek bir
düzeyde olduğunun birer delili olarak görülmektedir. Ayrıca mezar taşları
sosyal açıdan ele alındığında, bu şâhidelerin, kadın ve erkekleri, her sınıf ve
meslek erbabının özelliklerini serpuş ve biçim farklılıklarıyla belirtmesi
bakımından büyük önem arzetmektedir.