Kur’ân’da namazın şart ve rükünlerinin nelerden ibaret olduğu topluca değil
parça parça açıklanmıştır. Günlük farz namazların rek‘at sayıları; sabah iki,
öğle dört, ikindi dört, akşam üç ve yatsı dört olmak üzere toplam on yedi
rek‘at olarak Peygamberimiz’in uygulamalarıyla sabit olmuştur. Kur’ân’da
beş vakit farz namaza işaret edilmekle birlikte, her bir namaz vaktinin
başlangıç ve sonu, yerkürenin her yerinde aynı olmadığı için açıkca
belirtilmemiştir. Namaz vakitlerinin başlangıç ve sonu hadis-i şeriflerle
özellikle “Cebrâil’in imamlığı” adıyla meşhur olan bir hadis ile açıklanmıştır.
Fıkıh bilginleri, Peygamberimizin hadislerinden yola çıkarak namaz
vakitlerinin başlangıç ve sonunu tesbit etmeye çalışmışlardır. Ayrıca Kutup
bölgeleri ile onlara yakın bölgelerde namaz vakitlerinin hangi esaslara göre
belirleneceğini ve iki namazın bir vakitte birleştirilerek kılınıp
kılınamayacağını tartışmışlardır.
1. Sabah namazının vakti, ikinci fecrin meydana gelmesinden, yani tan
yerinin ağarmasıyla başlar, güneşin doğmasıyla son bulur. İki fecir
vardır. “Fecr-i kâzib” (aldatan fecir, yalancı tan) adı verilen birinci fecir,
doğu ufkunda beliren ve ufuktan yukarıya doğru dikey olarak yarı daire
şeklinde yükselen bir beyazlık/aydınlıktır. Bu beyazlık/aydınlık kısa bir
zaman sonra kaybolur ve kendisini normal bir gece karanlığı izler. Bu
karanlıktan sonra “fecr-i sâdık” (gerçek fecir, gerçek tan) diye
adlandırılan ikinci fecir meydana gelir ki bu, sabaha karşı doğu ufkuna
yayılmaya başlayan bir beyazlık/aydınlıktan ibarettir. Bununla yatsı
namazının vakti çıkmış ve sabah namazının vakti girmiş olur. Bu aynı
zamanda oruç için imsâk vaktidir; oruç ibadetinin yasaklarının
başlangıcıdır. Hanefî mezhebine göre, sabah namazını, halkın cemaate
rahatlıkla katılabilmesi için, ortalık biraz aydınlandıktan sonra (isfâr)
kılınması müstehaptır. Bununla birlikte, namaz herhangi bir sebeple
bozulduğu takdirde, bozulan bu namazın âdâb ve erkânına uygun bir
biçimde yeniden kılınacağı da dikkate alınarak bu namazı güneşin doğum
vaktine kadar geciktirmek de doğru değildir. Diğer üç mezhebe göre, her
zaman sabah namazını ortalık henüz alaca karanlık iken (tağlîs) erkenden
kılmak daha faziletlidir.
2. Öğle namazının vakti, güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek noktadan
(istivâ) batıya doğru meyletmesiyle (zevâl) başlar. Bu vaktin sonu ile
ilgili iki görüş vardır. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel’e göre öğle vakti, cisimlerin gölgesi bir misli
uzayıncaya kadar devam eder. Cisimlerin, güneş tam tepe noktasında iken
yere düşen gölgesi (fey-i zevâl) bunun dışındadır. Bununla öğle vakti
çıkmış, ikindi vakti girmiş olur. Buna “asr-ı evvel” (birinci ikindi) denir.
Ebû Hanîfe’ye göre ise öğle vakti, fey-i zevâl dışında, cisimlerin gölgesi
iki katına uzayıncaya kadar devam eder. Bununla öğle vakti çıkmış, ikindi
vakti girmiş olur. Buna da “asr-ı sânî” (ikinci ikindi) denir. Bu konudaki
görüş farklılıkları dikkate alınarak, öğle namazının “asr-ı evvel”den önce,
ikindi namazının ise, “asr-ı sânî”den sonra kılınması tavsiye edilmiştir.
Yaz mevsiminde öğle namazını, namaz kılanların camiye giderken
sıcaktan etkilenmemeleri için biraz geciktirilerek serinde kılınması
(ibrâd), diğer mevsimlerde ise hemen vakit girince kılınması müstehaptır.
3. İkindi namazının vakti, daha önce belirtildiği üzere öğle vaktinin çıktığı
andan itibaren başlar ve güneşin batması ile son bulur. Yukarıdaki asr-ı
evvel ve asr-ı sânî ihtilafını gözeterek ikindi namazını, biraz geciktirerek
kılmak müstehaptır. Ülkemizdeki namaz vakitleri çizelgeleri veya
takvimler asr-ı evveli esas almaktadır. Ancak, bu namazın, kerâhet vakti
olarak bilinen güneşin sararıp gözleri kamaştırmayacağı vakte kadar
geciktirilmemesine de dikkat edilmelidir.
4. Akşam namazının vakti, güneşin batmasıyla başlar, batı ufkunda meydana
gelen “şafak”ın kaybolmasıyla sona erer. Ebû Hanîfe’ye göre, “şafak”
akşamleyin batı ufkundaki kızartı/kızıllıktan sonra meydana gelen
beyazlık/aydınlıktır. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhebe
göre ise, “şafak” ufukta meydana gelen kızıllıktır. Bu kızıllık gidince
akşam namazının vakti çıkmış, yatsı vakti girmiş olur. Batı ufkunda
kızıllıktan sonra meydana gelen beyazlık/aydınlık, ekvator bölgeleri ile
bunlara yakın bölgelerde yaklaşık on iki dakikalık bir süre devam
etmektedir. Kızıllık ve beyazlık arasındaki bu süre, ekvatordan güney ve
kuzey bölgelere doğru gidildikçe daha da uzamaktadır. Bu durum ise yaz
mevsiminde yatsı namazının geç kılınmasını, halkın uzun bir süre
yatmaksızın yatsı namazını beklemelerini ve dolayısıyla erkenden yatıp
erkenden işine gitmek isteyen kişileri sıkıntıya sokmaktadır. Hanefî
mezhebinde bu husus da dikkate alınarak, ufuktaki kızıllığın
kaybolmasıyla akşam namazının vaktinin çıkıp yatsı namazının vaktinin
girdiğine ilişkin Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in görüşü tercih edilmiş
ve fetva da bu görüşe göre verilmiştir. Akşam namazının vakti çok kısa
sürdüğü için ilk vaktinde kılmak müstehaptır.
5. Yatsı namazının vakti, yukarıda belirtilen batı ufkunda beliren şafağın
kaybolmasından itibaren başlar, ikinci fecrin oluşumuna kadar devam
eder. İkinci fecir ortaya çıkınca, yani tan yeri ağarınca yatsı namazının
vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur. İkinci fecir aynı zamanda
oruç için imsâkın da başlangıcıdır. Yatsı namazını gecenin üçte birine
kadar geciktirmek müstehaptır. Gecenin yarısına kadar geciktirmek
mubah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar geciktirmek ise
mekruhtur. Çünkü bu durumda namazı kaçırma ihtimali söz konusu olur.
6. Fıkıh bilginleri, kutuplarda ve namaz vakitlerinden birinin veya ikisinin
gerçekleşmediği bölgelerde yaşayan kişilere, o vakitler için namazın farz
olup olmadığını tartışmışlardır. Fakihlerden bir kısmı, yılın bir
mevsiminde batı ufkundaki akşamın şafağı kaybolup karanlık durumu
meydana gelmeden tanyerinin ağardığı yerdeki bir kişiye, yatsı namazının
farz olmadığına fetva vermişlerdir. Bu fetvalarını, abdest organlarından
bir veya ikisini kaybeden kimsenin bu organları yıkama yükümlülüğünün
düşmesine kıyas ederek ortaya koymuşlardır.
Fıkıh bilginlerinin çoğunluğu ise, bu bölgelerde yaşayan Müslümanların da
beş vakit namazı kılmakla yükümlü olduklarını ifade etmişlerdir.
Bu âlimlere göre, bu bölgelerde yaşayan kişiler, bulundukları yerde
bu namazlardan herhangi birinin vakti gerçekleşmezse ya o namazı kazâ olarak kılarlar
veyahut o beldeye en yakın olup, beş vakit namazın vakitleri tam olarak gerçekleşen
beldenin vakitlerine göre, vakitleri takdir ederek namazları edâya
çalışırlar. Çünkü her ne kadar vakit, namazın edâsının bir şartı ve farz
olmasının bir sebebi/belirtisi ise de, namazın farz olmasının asıl sebebi
Allah’ın “Namazı kılınız” (el-Bakara 2/110) anlamındaki hitabıdır. Bu
görüşte olan âlimler, aynı şekilde, bu gibi yerlerde yaşayan
Müslümanların, oruç, zekât, hayız, nifas, iddet ve benzeri yükümlülükleri
konusunda da bu şekilde bir hesap ve takdirin yapılmasını uygun
görmüşlerdir.
Günümüz fıkıh bilginlerinden bir kısmı, kutuplara
yaklaşıldıkça güneşin doğuş ve batışları çok farklı olan bölgelerde, 45.
paralel üzerinde geçerli namaz vakitlerinin, 45. paralelden 90. paralele
kadar yani kutuplara kadar uzanan bölgelerde dahi geçerli olacağını, bir
kısmı ise bu gibi bölgelerde Mekke’deki namaz vakitlerinin esas alınması
gerektiği tezini savunmuşlardır.
7. Fıkıh bilginleri, iki namazı bir vakitte kılmanın (cem‘u’s-salâteyn) câiz
olup olmadığını tartışmışlardır. İki namazın birleştirilerek bir vakitte
kılınması, sadece “öğle ile ikindi”, “akşam ile yatsı” namazları için söz
konusudur. İki namazın, bunlardan birincisinin vakti içinde birleştirilerek
peş peşe kılınmasına “cem-i takdîm” (öne alarak birleştirmek), ikincisinin
vakti içinde birleştirilerek peş peşe kılınmasına ise “cem-i te’hîr” (sona
bırakarak birleştirmek) adı verilmiştir. Buna göre öğle ile ikindiyi öğle
vaktinde, akşam ile yatsıyı akşam vaktinde birleştirilerek peş peşe kılmak
cem-i takdîm olur. Buna karşılık, öğle ile ikindiyi ikindi vaktinde, akşam
ile yatsıyı yatsı vaktinde birleştirilerek peş peşe kılmak da cem-i te’hîr
olur.
Bunlardan başka, öğleyi geciktirerek kendine ait son vaktinde
kılmak ve ardından ikindiyi de kendisine ait ilk vaktinde kılmak, akşamı
geciktirerek son vaktinde kılıp ardından da yatsıyı kendisine ait ilk
vaktinde kılmak da görünüş itibariyle yani şeklen bir cem sayılır ki, buna
da “cem-i sûrî” denir.
Görünüş itibariyle birleştirmeyi câiz gören Hanefîlere göre,
hac esnasında Arafat ve Müzdelife’de yapılan cemlerin
dışında namazlar birleştirilerek kılınmaz. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere
göre gerek hacda ve gerekse belirli şartlar dâhilinde yolculuk,
korku, aşırı yağmur ve benzeri mazeretler sebebiyle namazlar birleştirilebilir.
Hanbelî mezhebine göre hastalar ve geçerli bir ihtiyaç ve mazereti bulunanlar da
mezkûr namazları birleştirebilir. Mâlikîler’den Eşheb, Şâfiîler’den İbn
Münzir gibi azınlıkta kalan bazı fakihler, “alışkanlık veya devamlılık”
haline getirmemek şartıyla, az önce sayılan sebeplerden biri olmaksızın da
yukarıda belirtilen namazların gerektiğinde cem edilebileceğini ileri
sürmüşlerdir.
Bazı fıkıh bilginleri tarafından ihtiyaca binaen ve belirli
şartlar altında ceme cevaz verilmekle birlikte, bu ruhsatın amacı
doğrultusunda kullanılması, namazın beş vakit olarak teşri kılınmasındaki
hikmetlerden uzaklaştırıcı ve namaz vakitlerini üç vakte indirici
izlenimini verecek davranışlardan olabildiğince kaçınılması gerektiği de
bilinmelidir.