Hz. Peygamber’in vefatının ardından gerçekleşen hilâfet meselesinden sonra
İslâm toplumunun karşı karşıya geldiği en önemli sıkıntılardan biri, ridde adı
verilen dinden çıkma ve isyan hareketleridir. Öyle ki, bu problem,
Müslümanların birliğinin yanı sıra, varlığını da tehdit edecek boyutlara
ulaşmıştı.
Ridde kelimesi ve ondan türemiş olan irtidat sözcüğü, sözlükte bir şeyden
dönmek, vazgeçmek, yüz çevirmek, gidilen yoldan geri dönmek anlamlarına
gelir. Terim olarak ise, iman ettikten sonra İslâm dininden dönmek
anlamındadır. Dinden dönen kişiye ise mürted denilmiştir. Riddenin
başlangıcı, Hz. Peygamber dönemine kadar uzanır. Nitekim bu süreçte Benî
Müdlic kabilesinden Esved el-Ansî; Benî Hanîfe’den Müseylime; Benî
Esed’den ise Tuleyha b. Huveylid gibileri peygamberlik iddiasıyla isyan
başlatmışlardı. Bunlara mütenebbî denilmektedir.
Hz. Ebû Bekir’in halîfe oluşundan hemen sonra Secâh, Uyeyne b. Hısn,
Kurre b. Seleme, Fücâe b. Abdüyâlil, Eş‘as b. Kays ridde faaliyetlerini
yoğunlaştırdılar. Yine aynı anda Hakem b. Zeyd’e tabi olan Benî Bekir b.
Vâil ve Mâlik b. Nüveyre idaresindeki Benî Yerbu mensupları da
bulundukları bölgelerde isyan başlattılar. Bu kabilelerde genel olarak ridde
faaliyeti görülmüş olmakla birlikte, onların arasında İslâm üzere devam eden
gruplar da kalmıştır. Ancak genel olarak Arap kabilelerinin büyük bir bölümü
din konusunda parçalanmışlardır. Arap Yarımadası’nda bütün olarak
dinlerinde sebat edenler sadece Medine, Mekke ve Tâif halkı olmuştur.
Ridde olaylarında Medine yönetimine isyan edenlerin bir kısmı sahte
peygamberlerin (mütenebbî) etrafında toplanıp tamamen Müslümanlık dairesi
dışına çıkarlarken (irtidat), diğer bazıları ise İslâm üzere kalacaklarını, ancak
zekât vermeyeceklerini ilân etmişlerdir. Peygamberlik iddiasında bulunan
yalancılarla savaşmak konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamakla
beraber, İslâm’ın diğer esaslarına inanmakla birlikte zekât vermeyeceklerini
söyleyenlerle savaş hakkında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Nitekim Hz.
Ömer başta olmak üzere bazı Müslümanlar, diğer dinî görevleri yerine
getirmeyi kabul etmekle birlikte sadece zekât vermekten kaçınanlara
ayrıcalıklı davranılmasını teklif etmişlerse de bu konuda halîfe Hz. Ebû
Bekir, namazla zekâtın ayrılmasına kesinlikle izin vermeyeceğini bildirmiştir.
Ona göre, namazla zekâtı ayrı düşünmek doğru olmaz; zira din, bir bütündür,
bölünemez.
Başlangıcı Hz. Peygamber dönemine kadar giden, ancak Hz. Ebû Bekir
döneminde Müslümanların bütünlüğünü tehdit eden ridde olaylarının ana
sebeplerini dinî ve siyasî olmak üzere iki başlık altında toplamak
mümkündür:
Hz. Peygamber’in vefatına kadar Arap Yarımadası’nda siyasî birlik
sağlanmış olmakla birlikte, esas anlamıyla bir İslâmlaşma gerçekleşmemiştir.
Çünkü, kabilelerin İslâm’a girişleri üzerinden çok az bir süre geçmiş,
dolayısıyla onların yeni dine inanışları yüzeysel boyutta kalmıştır. Bu durum,
bütün boyutlarıyla gerçek bir İslâmlaşmadan ziyade, -bazı istisnalar dışındaMedine’ye
siyasî bağlılık anlaşması aşamasında kalmıştır. Anlaşılan odur ki,
başlangıçta Arap kabilelerinin bir kısmı gerçek anlamda Müslüman olmamış,
onlar siyasî varlıklarını koruma gayesiyle İslâm’a girmiş görünmüşlerdir.
Öyleyse onları gerçek müminler yerine, Medine devletinin vatandaşlığı
statüsünü kazanan siyasî ve sosyo-kültürel nitelikli tebaa olarak görmek
doğru olur. Nitekim Kur’ân’ı Kerîm o dönemde yaşayan bedevîlerin şeklî
inancını şu şekilde tasvir eder: “Bedevîler, inandık dediler. De ki: Siz iman
etmediniz, bunun yerine boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize
yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir
şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir”.
(Hucurât, 49/14).
Bu âyetin işaret ettiği hususu destekler bir rivayete de sahibiz. Elçiler
yılında (9/630) kabilesinin başında Hz. Peygamber’e gelerek Müslümanlığını
açıklayan Fezâre reisi Uyeyne b. Hısn, kısa süre sonra gerçekleşen ridde
olaylarına katılmış ve yakalanıp Medine’ye esir olarak getirilmişti. Kendisine
niçin böyle davrandığı sorulduğu zaman, önceki dönem için, “Allah’a yemin
ederim ki, bir an olsun bile iman etmemiştim” cevabını vermiştir.
Gerek Kur’an âyeti, gerekse Uyeyne’den aktarılan rivayette görüldüğü
gibi, özellikle toplu olarak İslâm’a giren ve merkezden çok uzaklarda
yaşayan kabilelerin bir çoğunda, İslâm dinini özümseme ve gerçek anlamda
inanma hâli ortaya çıkmamıştır. Üstelik bu kabileler İslâm’a yeni girdikleri
için, eski putperestlik inanç ve alışkanlıklarını da bütünüyle terk
edememişlerdir. Bunun doğal bir sonucu olarak Hz. Peygamber’in vefatıyla
birlikte Müslümanlıktan kolaylıkla ayrılıp kendi içlerinden çıkan sahte
peygamberlerin peşine düşmüşlerdir.
Hz. Ebû Bekir dönemindeki ridde olaylarının dinî olduğu kadar siyasî
sebepleri de vardır. Bunun en önemli delili ise isyanlarda rol oynayan sahte
peygamberlerin birer ruhanî önder değil, Medine’nin siyasî hâkimiyetine baş
kaldıran kabile reisleri olmalarıdır. Onların peygamberlik iddiasında
bulunmaları, aslında insanları siyasî açıdan kendilerine daha çabuk bağlama
ve Medine’de bulunan Hz. Peygamber’e bu amaçla kendilerinden alternatif
gösterme gayretinin bir sonucudur. Esasında peygamberlik iddiasında
bulunanların etrafında toplananlar da onların peygamberlik iddialarını değil,
daha çok siyasî kimliklerini dikkate almışlardır.
Ridde olaylarında etkin olan siyasî sebepten asıl kastedilen şey,
kabilecilik düşüncesi, yani asabiyetidir. Arap Yarımadası’ndaki kabileler
başlangıçtan beri siyasî bağımsızlık içinde yaşamışlar, hiçbir dönemde başka
milletlerin hegemonyası altına girmemişlerdir. Mekke’nin fethinden sonra ise
gönüllü veya gönülsüz Müslümanların siyasî birliğine boyun eğmek
durumunda kalmışlardır. Sağlığında Hz. Peygamber’e bağlılıklarını sürdüren
bu kabileler, onun vefatından sonra biatı kişisel bir anlaşma kabul ederek
yeni halîfe seçilen Hz. Ebû Bekir’in otoritesini tanımak istememişler,
kabilelerinin istiklâli adına yönetime karşı isyan başlatmışlardır.
Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği döneminde riddenin yanı sıra bir kısım Arap
kabileleri, bütün dinî yükümlülükleri kabul etmekle birlikte zekât
vermeyeceklerini ilân etmişlerdir. Buradan yola çıkarak, ridde sebepleri
arasında ekonomik sebeplerin de rol oynadığı düşünülebilir. Hz.
Peygamber’in vefatının ardından dinden dönme konusunda tereddüt içinde
olan bedevî Araplardan Kurre b. Hubeyre’nin, sahâbeden Amr b. Âs’a yaptığı
teklif, bu görüşü destekler mahiyettedir. Bu teklifinde o, şöyle diyordu:
“Arapların mallarını almaktan vazgeçerseniz, sizin sözlerinizi dinlerler, size
itaat ederler, aksi halde onlar sizin etrafınızda toplanmazlar”.
İslâm dininin temel şartlarından olan zekât ibadeti, o dönem içinde
devlete tabi olanlar tarafından bir itaat sembolü olarak görülüyor, bu sebeple
hem ekonomik hem de siyasî bir anlam taşıyordu. Bundan dolayı kabile
bağımsızlıklarına düşkün olan Araplar, Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte
Medine otoritesinin zayıfladığı düşüncesine kapılarak zekâtlarını vermemek
suretiyle merkezî yönetimden bağımsızlıklarını ilân etmek istediler. Onların
zekâtı reddetmedeki gerçek niyetlerini bilen Hz. Ebû Bekir ise, bunu sadece
dinî ve vicdanî bir sorumluluk olarak kabul etmemiştir. O, zekât konusunda
gösterilecek ihmalin, Müslümanların siyasî birliğini tehdit edeceğini anladığı
için, bazı kabilelerin zekâttan muaf tutulma isteklerini kesinlikle geri
çevirmiştir.