İslâm dünyasında, IX. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlayan ve gayesini
“insanın mutluluğu için halk ile beraber Allah’a yönelme” şeklinde
özetleyebileceğimiz “tasavvuf”, bir din veya felsefî düşüncenin ideale yöneliş
esasıdır. Bu anlamda tasavvufta asıl olan, kalbin her türlü kötülüklerden ve
hastalıklardan arındırılması, güzelliklerle bezenmesidir.
Güzelliklerin “aşk”a dönüşmesiyle, insan asıl sevgiyi tanır ve ona ulaşmaya çalışır. İnsanın bu uzun tasavvuf yolculuğunda ona, kalbin en ince noktalarına da tesir etme noktasında birtakım “güzel nağmeler” eşlik eder. Bu nağmeler bir süre sonra, sanki artık ilâhî nağmelere dönüşür. Zaman içerisinde Allah’ı ve peygamberi tanıma arzusuyla yola çıkan insanoğlu, bu arada kendini de anlama yönünde yoluna devam eder. Onun hedefi “insan-ı kâmil’e (olgun kişi)” ulaşmaktır.
İşte İslâm tasavvufu da, böyle bir arayışın şekillenmesidir. Tarikat adı verilen
bu tasavvuf yolunun anlatılması amacıyla insanların bilgilendirilmeye
ihtiyaçları vardır. Bunu sağlamak için de toplantılar yapılarak, insanların
birbirlerini tanımaları ve dolayısıyla o tarikatın anlayışının anlatılması
hedeflenmiştir. Bu tasavvufî toplantıların, Kur’an’ın birçok âyetinde tekrar
edilen “Allah’ı zikrediniz, anınız” tavsiyesinin uygulama anlayışı içerisinde
şekillenip geliştiğini söyleyebiliriz.
İki bölüm içerisinde devam eden bu tarikat toplantılarının birinci bölümünde mânevî eğitim çerçevesinde bilgiler verilir, ikinci bölümde ise bu eğitimin devamı olarak çoğunlukla orada bulunan kişilerin sesleriyle beraberce katıldıkları ve adına “zikir” veya “zikir medisi” denilen, deyim yerinde ise bir “ses icrası” yapılır. İşte bu zikir meclislerinde bazen beraberce bazen de tek kişi olarak okunan eserlerde doğal olarak ortaya “sesler, nağmeler” yani “mûsiki” çıkmaktadır. Ancak burada şu noktayı açıklıkla ifade etmeliyiz, bu zikir meclislerinde asıl olan zikirdir. Mûsiki ise zikrin devamlılığını sağlayan bir araç görevini üstlenmiştir.
Kısaca özetleyecek olursak, tasavvuf çevrelerince mûsiki
“insanı Allah’a ve Peygamber’e yaklaştıran, ilâhî sırlara ufuk açan, nefsi
terbiye eden, ruhu ve kalbi temizleyen niteliklere sahip olduğu sürece “daima
uygun görülmüş ve ilgi sahası oluşturmuştur. Böylece yüzyıllar boyu devam
eden bu tasavvuf- mûsiki ilişkisi zamanla bir “mûsiki türü”nün doğmasına
yol açmıştır.
Diğer taraftan, camide topluca yapılan ibadet esnasında, yine sese dayalı
bir mûsikinin ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu mûsiki, camide gerek ibadet öncesi ve sonrasında ve gerekse ibadet esnasında ortaya çıkan, çoğunlukla
önceden bestelenmemiş (irticâlî, doğaçlama) nağmelerden meydana gelen,
sadece sese dayalı bir “ses mûsikisi”nden ibarettir.
Yukarıdaki açıklamaları özetlediğimiz zaman ortaya şöyle bir netice
çıkacaktır: “Hz. Peygamber ve sahâbenin uygulamalarının yanı sıra
tasavvufun ortaya çıkışından sonra bu doğrultuda teşekkül eden dinî hayat
zamanla camilerde, tekkelerde ve muhtelif tarikat toplantılarında yapılan
ibadetler ve zikirler esnasında çeşitli sebeplerle ve birtakım kaideler
çerçevesinde icra edilen bir mûsikiyi meydana getirdi.” İşte bu mûsikiye
“dinî mûsiki” demekteyiz.
İslâm dünyasında bir mûsiki şekli (formu) olarak ele alınıp gelişmesi daha
çok “Osmanlı kültür ve medeniyeti” etrafında şekillenen bu köklü mûsiki,
yukarıda da açıklandığı gibi icra edilen yerler ve nitelikleri göz önüne
alınarak iki ana bölümde incelenmiştir. I- Cami Mûsikisi, II- Tekke
(Tasavvuf) Mûsikisi. Ancak bazı dinî mûsiki şekilleri hem camide hem de
tekkede icra edildiklerinden, bunları da III- Cami ve Tekke Mûsikisi’nde
Ortak şekiller başlığı altında açıklanmıştır.
Türk-İslâm tarihinde “Osmanlı döneminin” engin mûsiki ortamında
gelişen “dinî mûsiki”, günümüz mûsiki çevrelerinde “Türk Din Mûsikisi”
veya “Dinî Türk Mûsikisi” gibi başlıklarla ifade edilmektedir.