Fıkıh kitaplarında nezr (çoğulu: nüzûr) terimiyle anlatılan adak, dinen yükümlü olunmadığı halde, Yüce Allah’a farz veya vacip cinsinden bir ibadeti yapma sözü vermektir.
İnsanlar daha çok umulan sonuçları elde etmek veya korkulan şeylerden
emin olmak için adakta bulunurlar. Burada beşer olarak acziyeti hissetme ve Yüce Yaratıcı’dan yardım dileme söz konusudur. Bununla birlikte herhangi bir beklenti hesabı olmaksızın da nezirde bulunulabilir.
Söz gelimi
“Adağım olsun ki, yarın Allah için sekiz rekât gece namazı kılacağım” veya “Allah rızası için fakirlere şu kadar sadaka vereceğim” cümlelerinde olduğu gibi.
Esasen nezrin yani adağın bu şekli daha makbuldür.
Hanefîler Allah’a itaat ve yakınlaşma amacı taşıyan ibadetlerin
nezredilmesini mubah saymışlardır.
Hatta sonuç itibariyle sevap kazandıran bir davranışa vesile olduğu için adakta bulunmanın müstehab olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Bu olumlu yaklaşımlara karşın başta Şâfiîler olmak üzere diğer mezhepler, adakta bulunmanın mekruh olduğunu kabul etmişlerdir.
Çoğunluğun bu doğrultudaki kabulünde, Hz. Peygamber’in adağın fayda sağlamayacağı, kaderi değiştirmeyeceği yönündeki olumsuz tavrı etkili olmuştur.
Şu ifade edilmelidir ki, gerek Kur’ân gerekse Sünnet’te adakta bulunulmasını tavsiye eden açık bir hüküm yoktur.
Hatta bazı cümlelerinden Hz. Peygamber’in böyle uygulamaları aslında çok da uygun bulmadığı anlaşılmaktadır.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Adak hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur.” (Buhârî, “Eyman”, 26; Müslim, “Nezr”, 2).
Fakat adanılan ibadetlerin yerine getirilmesi gerektiği de Kur’ân ve Sünnet ile sabit olan bir hükümdür.
Yüce Allah “Siz bir harcama yapar yahut bir adak adarsanız Allah onu mutlaka bilir…” (elBakara 2/270);
“Bu kullar, sözlerinde durup adaklarını yerine getirirler ve şiddeti her bir yanı kaplayan günden korkarlar.” (el-İnsan 76/7)
gibi tesbit ifadeleri yanında
“... Adaklarını yerine getirsinler!.. ” buyruğuyla bu yükümlülüğü koymuştur.
Hz. Peygamber de “Allah’a itaati gerektiren bir hayır iş ve ibadet adayan kimse adağını yerine getirsin! Allah’a günah işlemeyi gerektiren bir adakta bulunan kimse ise Allah’a isyan etmesin!”
buyurmuştur. (Buhârî, “Eyman”, 26, 27).
Ahde vefa göstermek yani verilen sözün gereğini yerine getirmekle ilgili emirler de (mesela el-Mâide 5/1; enNahl 16/91; el-İsrâ 17/34) bu hükmü ayrıca teyit etmektedir.
Şu halde “Falan işim olursa üç gün oruç tutacağım”;
“Oğlum sağ salim gelirse kurban keseceğim”
şeklindeki adaklarda olduğu gibi dünyalık amaçların elde edilmesi karşılığındaki adaklar doğru değildir.
Çünkü bu mahiyetteki adaklarda bir tür pazarlık kokusu bulunmaktadır ve esasen yukarıda yer verilen hadis de böyle adakları hoş görmemektedir. Buna karşılık, hiçbir dünyevî menfaat beklemeden sadece Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmek amacıyla veya ona şükrân-ı nimette bulunmak için bir ibadetin adanması uygun bir davranıştır.
İster şarta bağlansın isterse bağlanmasın adakta bulunduktan sonra onu yerine getirmenin bir vecibe olduğu unutulmamalıdır.
Adağın önceki semavî dinlerde de var olduğu bilinmektedir.
Kur’ân, Hz. Meryem’in annesinin iki ayrı adağını şöyle kaydeder:
“ Hani bir vakitler İmrân’ın hanımı ‘Ey Rabbim! Şu karnımda taşıdığımı (Meryem’i) özgür olarak yalnızca sana adadım. Bunu benden kabul et. Şüphesiz sen işiten ve bilensin’ demişti.”
(Âl-i İmrân 3/35) ;
“... İnsanlardan kimi görürsen ‘Ben Rahman’a oruç sözü verdim. O yüzden bugün hiçbir insanla konuşmayacağım’ de! ”
(Meryem 19/26)