GİRİŞ
Tasavvuf, Müslüman toplumlarda derin tesirler yaratmış
bir düşünme ve yaşama biçimidir. Genel olarak, bir
mânâda tecrûbî bir ilim ve insanın kendini tanıması
yöntemidir. Tasavvuf, tefsir, hadis ve kelâm gibi dinî bir
ilim olarak kabul edilir. Bu ilmin yegâne gayesi, sâlik,
derviş, tâlib, mürid ve cân gibi isimlerle anılan sûfiyi
ma‘rifet kavramıyla ifade edilen bir bilgiye ulaştırmaktır.
Tasavvuf, kendine özgü eğitim yöntemleri, kurumları,
ilkeleri, bilgi ve varlık anlayışı ve bu anlayışa bağlı olarak
oluşan diliyle mûsikîşinasları, mîmarları, geleneksel güzel
sanatlarla uğraşan hattatları, müzehhibleri, nakkaşları ve
diğer sanatçıları etkilemiştir.
TASAVVUF VE EDEBİYAT
Tasavvuf, bir hâl ilmi olarak kabul edilir. Sûfî, hâl
sahibidir. Hâl sahibi, gönlü zengin, ruhu temiz, ahlâkı
düzgün, manevi yaşayışı güzel, Hakk’ın rızasını ve
sevgisini kazanan kişidir. İlk sûfî adıyla anılan Kûfeli Ebû
Hâşim (ö. 150/768)dir. Ebü’l-Kâsım Abdü’l-Kerim elKuşeyrî
(ö. 465/1073) ve İmâm-ı Gazzâlî (505/1112) gibi
büyük âlimlerin tasavvufu sistemleştiren eserler
yazmalarıyla, bu cereyan kısa zamanda halk arasında
yayılmıştır. Tasavvuf, IV. yüzyıldan başlayarak VI. asra
kadar İslâm dünyasının her bölgesinde çeşitli isimlerle
tarîkatler olarak kurumsallaşmıştır. Hind ve İran’ın kültür
ve dinî geçmişinden alınan bazı nazariyeler, bilhassa Yeni
Eflâtuncu varlık anlayışından da ilham alınarak
zenginleştirilen zühdî hayat, İslâm tasavvufunun
oluşumuna kaynak teşkil etmiştir. İlk sûfî yazar Basralı
Haris b. Esed el-Muhâsibî (ö.223/838)’den başlayarak,
sûfîlerin eserleri, tasavvuf dilini oluşturmuş ve sûfi
düşüncesinin varlık, bilgi ve ahlâk anlayışını ortaya
çıkarmıştır. Edebiyatımızda bilhassa Horasan Melâmiliği
ile İbnü’l-Arâbî ve Mevlânâ’nın tesiri çok açıktır.
Başlangıçta Bağdatlı Cüneyd, Bâyezid-i Bistâmî ve Ebû
Said Ebu’l-Hayr gibi sûfilerin söz ve menkıbelerinde
görülen vücûdiyye mesleği, İbn Sinâ, Sühreverdi-i Maktûl
gibi İşrâkî felsefeyi ve Yeni Eflâtuncu düşünceleri yayan
filozofların da katkısıyla gelişmiştir. Her şey zıddıyla
bilinir. Bu itibarla Hüsn-i Mutlak ve Hayr-ı Mahz olan
Vücûd-ı Mutlak’ın bilinmesi, adem ile gerçekleşir. Adem,
yokluk, hiçlik demektir. Hakk’ın visâline ulaşmak için
Hak ile Hak olmalıdır. Diğer bir ifadeyle aşk yolu olan
tasavvuf, aklî bilgiye dayalı sözle (kâl) değil, yaşananın
dili olan hâlle öğrenilir.
Kısaca tarihsel sürecine ve felsefesine işaret edilen
tasavvuf, insanı mutlak hakikatlerle yüzleştirerek
kâinattaki umumi ahengin derin sırlarını ruhlara duyurur.
Türk-İslâm Edebiyatı ve Tasavvuf
Türk boylarının İslâm’ı kabul etmesinde gönüllü
dervişlerin önemli fonksiyonlar icra ettiği bilinmektedir.
XII. asra gelindiğinde, Türk illeri tasavvuf ve tarikatların
en yoğun olduğu bölgelerden biri hâline gelmiştir. Şairşamanların
yerini dolduran Baba ve Ataların ilk
temsilcileri, Korkut Ata ve Çoban Ata isimleriyle tanınan
sûfîlerdir. Türk sûfîliğinin en önemli temsilcisi Hoca
Ahmed Yesevî (ö. 1167)’dir. Yesevîlik, her bakımdan bir
Türk tarikatıdır. Bundan başka, Kübrevîlik ve Nakşîlik de
Türk illerinde gelişen tarikatlardandır. Özelikle
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde mülkî ve askerî
bürokratların, saray mensuplarının ve sosyal statüsü
yüksek işçi, esnaf ve ahâlinin tekkelerde icra edilen ayin
ve sohbetlere katılması yadırganmamıştır. Bu yüzden sûfi
düşünce, geniş kitlelerin teveccüh ettiği bu mekânların ve
şahsiyetlerin etrafında zümreleşmiştir. Bu zümrelerin
düşüncelerini ve duygularını pir olarak kabul edilen tarikat
büyükleri, yazılı ve sözlü ifadeleriyle neşet etmiştir.
Tasavvufun Türk edebiyatına iki şekilde etkisinden söz
edilmektedir:
1. Divan şiirine etkisi
2. Halk şiirine etkisi
Padişahtan tebaaya; sanatkârdan rençbere her sınıftan
insanın aynı his ve fikir çevresinde toplanmasını sağlayan
tasavvufun, Yesevîlik, Haydarîlik, Kalanderîlik, Mevlevîlik
ve Bektâşîlik gibi tarikatlarla birçok koldan tesir alanını
genişleterek yeni yurdu sarmağa başladığı bu dönemde
tasavvuf edebiyatı geniş bir sahada, büyük insan yığınları
arasında itibar görmüştür. Alperen, abdal yahut Horasan
erenleri gibi adlarla tarihe geçen Yesevî ve Haydarî
Dervişleri Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Anadolu’da Yunus
Emre ile yeni bir sese kavuşmuş ve yeni bir tarza
bürünmüştür. Öte yandan Mevlânâ’nın, Farsça olarak
kaleme aldığı tasavvufî manzûmeler de farklı bir geleneği
inşa etmiştir. Sultan Veled (1226-1312) de Türk halkına
hitap etmek amacıyla Türkçe şiirler yazmıştır. Ayrıca Hacı
Bektaşı Velî ( ö.1210)’nin Arapça olan Makâlât isimli
eseri, manzum ve mensur olarak Türkçeye çevrilmiştir.
Kurumsallaşarak Mevlevîlik adıyla bir tarikat hüviyetini
kazanan Mevlana’nın açtığı çığır, ortak İslâm kültürünün
ve bilhassa İran şiirinin etkisi altında, kendi elit zümresini
oluşturma sürecinde önemli başarılar sağlamıştır. Türk
halkına tasavvufî ilkeleri öğretmek amacıyla
Garibnâme’yi kaleme alan Âşık Paşa (1272-1333),
doğrudan doğruya tasavvufu konu edinen Fakrnâme ve
Vasf-ı Hâl isimli mesnevîleri de telif etmiştir. Bu yüzyılın
sonlarında, Nesîmî (ö. 1404) ile birlikte, tasavvuf
düşüncesi içerisinde bâtinî tevil ve tefsirleriyle başlı
başına bir ekol olan Hurûfîlik de Türk edebî hayatına dâhil
olmuştur. XV. yüzyılda İstanbul fethedilerek Türk-İslâm
kültürünün merkezi hâline dönüştürülmüştür. Bazı
tarihçilerin Fatih Rönesansı olarak nitelendirdikleri bir
süreci de içine alan bu dönem, fikrî, dinî, mimârî ve
sanatsal açıdan tasavvufun geliştiği, merkezden muhite
yayıldığı bir dönemdir.
Bu dönemde, Süleyman Çelebi (ö.1422),
Somuncu Baba ismiyle bilinen Hamîd-i Velî
(1325-1413), Emir Sultan (1368-1429), Abdülvâsî Çelebi,
Hacı Bayram-ı Velî (1332-1429), Fatih’in hocası
Akşemseddin (1389-1458), Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451),
Ahmed Bîcan (ö. 1466), Kaygusuz Abdal olarak da
tanınan Alaiyeli Alaaddin Gaybî (ö. 1444), Eşrefoğlu
Rûmî (ö. 1469), Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487), Kemal
Ümmî (ö. 1475), Cemâl-i Halvetî (ö. 1469) ve İbrahim
Tennûrî (ö.1482) gibi sûfi şairler yetişmiştir. XVI. asır
siyasi alanda yükseliş dönemini temsil eder. İstanbul,
sadece Türkler için değil, bütün bir dünya için önemli bir
kültürel ve siyasi merkez olmuştur.
Bu dönemde, Molla Câmi’nin ünlü eseri Nefehatü’l-Üns’ü
tercüme eden Lamiî Çelebi (1473-1532), İbnü’l Arâbi’nin
ünlü eseri Fusûsu’lHikem’i tercüme eden Nev’î Yahyâ (ö. 1599),
Gencine-i Râz ve Şâh u Gedâ isimli ahlâkî ilkeleri telkin edici
mesnevîlerin yazarı Dükâkinzâde Taşlıcalı Yahya (ö.
1582), Kerbela faciasının destanı olarak nitelendirilmesi
mümkün olan Hadîkatü’s-Süedâ isimli makteli ve mecazî
aşktan hakîkî aşka geçişi anlatan Leylâ vü Mecnûn ile dinî
edebiyata dair Hadîs-i Erbaîn Tercümesi’ni yazan Fuzûlî
(1480-1556) ve sultânü’ş-şu’arâ olarak kabul edilen Bakî
(1526-1610) yetişmiştir. XVII. asır siyâsî alanda
duraklama asrı olarak bilinir. Bu dönem, sayıları gittikçe
artan tekkelerde şiir ve mûsikînin ön plana çıktığı ve hecearuz
ayrımı yapılmaksızın bol miktarda tasavvufî şiir
örneklerinin verildiği bir çağdır. XVIII. asır, geçen asırdan
miras kalan siyasi, iktisadi ve sosyal sıkıntılarla geçmiştir.
Bu dönem, özellikle tasavvuf edebiyatda umumi bir
duraklama ve gerilemenin ortaya çıktığı çağ olarak da
gösterilebilir. XIX. asır, ıslahat hareketlerinin devletin
temel politikalarını belirlediği dönemdir. Sosyal
değişmelerin hızla geliştiği, siyasîideolojik
kutuplaşmaların olduğu bu çağda tasavvufî edebiyat
zayıflamıştır.
Nazif Dede (1794-1861), Kuddusî (1760-
1848), Sivaslı Sûzî (1765-1830), Mehmed Ali Hilmi Dede
(1842-1907), Edib Harâbî Baba (ö. 1918), Kara Şemsî
(1828-1884), Hayyat Vehbî (ö. 1847), Dertli, Seyrânî ve
Türâbî gibi şahsiyetler bu asırda yetişmiştir.
Tasavvuf Edebiyatında Zümreler
Tasavvufun temel konularından birisi, diğer ilmî
disiplinler ve felsefî ekollerde olduğu gibi, varlık
konusudur. Sûfi şair konuları tartışan bir entelektüel değil
konuları birebir tecrübe etmiş, yaşamış ve yaşayarak
ulaştığı irfanî bilgiyi şiirsel formla söyleyendir. Manevi
yolculuğun (seyr ü sülûk) gerçekleştiği tekkelerin her biri
birer edebi muhit olarak nitelendirilir. Edebi muhit,
edebiyatçının içinde yetiştiği, izini süreceği ustaların
şiirlerini ve sohbetlerini dinlediği, kendi şiirlerini okuduğu
ve icabında eleştiriler alarak yetiştiği ortamlardır. Sûfi
şairin muhiti, içinde yetiştiği tekkedir. Bu muhit içinde
yetişen şair etkilenir. Bu etki, muhit farklılığının yanında
edebi zümreleri de oluşturur. Zümre, cemaat, topluluk;
bölük, grup, sınıf, takım, bölüm; cins, nevi gibi anlamlara
gelir. Genel olarak her tekkenin bir zümre teşkil ettiği
düşünülebilir.
Tasavvuf edebiyatı iki ana koldan gelişmiştir:
1. Tasavvufî halk edebiyatı
2. Klasik tasavvuf edebiyatı
Tasavvufî halk edebiyatı, Yesevî’nin hikmet geleneğiyle
gelişen edebiyattır. Klasik tasavvuf edebiyatı, Mevlana
çizgisinde gelişen bir edebiyattır. Bu iki temel koldan
başka üç temel zümreden bahsetmek mümkündür. Bunlar;
1. Zühdî edebî zümre
2. Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı
3. Bektâşî zümre edebiyatı
Zühdî edebi zümre, daha çok dinî ve tasavvufî düşünceyi
telkin eden eserleri içerir. Vahdetçi aşkın zümre
edebiyatı, vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i vücûd)
benimseyen, aşk ve cezbeyi esas alan tasavvufî çevrelerin
eserlerini içermektedir. Bektaşî zümre edebiyatı, bir
yönüyle vahdetçi aşkın zümre edebiyatını andırmakla
birlikte, kendisine has karakteri olan bir edebiyattır.
TASAVVUFÎ TÜRLER
Bu eserler, divan edebiyatında olduğu gibi, tevhid,
münâcaat, na’t, mirâciye, hilye, ramazaniye, maktel ve
hicretnâme gibi dinî-edebi türlerde yazılmıştır. Bunlardan
başka, özellikle tasavvufî halk edebiyatı yahut tekke
edebiyatı olarak kabul edilen saha içerisinde ortaya konan,
ilâhî, nefes, nutuk, devriye, tarîkatnâme, şefaatnâme,
destur ve düvazdeh gibi türler de vardır. Tasavvufî eserleri
genel olarak iki gurupta tasnif etmek mümkündür:
1- Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler.
2- Hâl dilinin dışa yansıdığı eserler.
Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler, uyarıcı,
telkin edici, yolun usul ve erkânını öğretici eserlerdir.
Bunlar tezkiretü’l-evliya, menakıbnâme, evliyânâme
velâyetnâme ve mansûrnâme manzum ve mensur eserler;
nasihatnâme, sohbetnâme, ibretnâme, faziletnâme,
tenbihnâme, minbernâme ve vasiyetnâme gibi yolun
esaslarını telkin eden eserler; telkinnâme, erkannâme,
tâcnâme ve tarikatnâme gibi edeb ve erkânını gösteren
eserlerdir. Sûfi şair, edebi eseri çoğunlukla bir amacı
yerine getirmek için yazar. Bu bakımdan hikmet ve ilâhî
gibi musiki yönü öne çıkan türlerde de öğretici ve telkin
edici amaçlar güdülür. Ancak yine de tevhid, münacat,
na’t, miracnâme, ilâhî, nefes ve bazı hikmet, nutuk,
devriye ve şathiyelerin, vecdin ve cezbenin tesiriyle
söylendiği görülür. Bu eserler, hâl dilinin dışa yansıdığı
eserlerdir.
Hikmet
Hikmet, etimolojik olarak, herhangi bir konuda hüküm
vermek ve yargılamak anlamına gelir. Türkçede,
mefhumları en iyi ve en doğru bilgiyle bilmek anlamına
gelir. Türk-İslâm edebiyatının bir türü olarak hikmet,
ahlâk ve değerleri telkin eden manzûmeleri ifade eder.
Hikmet daha çok pendnâme, hikemiyyat ve rubai tarzı
söylenen şiirlerde görülür. Ancak diğer türlerde de
hikmetli söyleyiş bulunabilir. Hikmet, öncelikle Ahmed
Yesevî'nin manzumelerine verilen isimdir. Zaten onun
eseri, Divan-ı Hikmet adıyla bilinmektedir.
İlâhî
İlâhî, kelime olarak, ilâha ait, tanrısal demektir. Türkİslâm
edebiyatının bir kavramı olarak ilâhî, Allah aşkıyla
dile getirilmiş her türlü şiire denir. Bazı tekkelerde farklı
isimlerle anılsa da özü itibariyle ilâhî olan türler şunlardır:
a. Âyin: Genel olarak dinî tören anlamına gelen âyin,
Mevlevi tekkelerinde zikir ve semâ sırasında okunmak
üzere çeşitli makamlarda bestelenen şiirlerdir. Âyinleri
okuyan kişilere âyinhan adı verilir.
b. Tapuğ: Gülşenî tekkelerinde zikir esnasında mûsikî
eşliğinde okunan ilâhîlerdir.
c. Nefes: Alevî-Bektaşî ve Melâmî şairlerin vahdet telkin
eden ilâhîlerine verilen addır.
d. Duraklar: Ekseriyetle Halvetî tekkelerinde ve zikrin iki
faslı arasında bir veya iki zâkir tarafından okunan
ilahîlerdir.
e. Cumhûr: Tekkelerde cemaat hâlinde okunan ilâhîlere
verilen addır.
Devriyye
Devir kelimesi; dönme, bir şeyin kendi mihveri üzerine
hareketi, bir şeyin etrafında dolaşma, bir memleketin her
tarafını gezip dolaşma, bir şeyin diğerine teslimi, askerî
bölük veya takımın teftiş ve güvenlik için dolaşması,
zaman ve asır gibi anlamlara gelir. Devriyeler işledikleri
konulara göre ikiye ayrılmaktadır: Bunlardan dünyaya
gelişi (kavs-i nüzûl) anlatanlara ferşiyye, insanın ahlâken
olgunlaşarak hakîkate ermesini (kavs-i urûc) anlatanlara
ise arşiyye adı verilmektedir.
Gülbank
Gülbank kelimesi; Farsça kökenlidir, gül sesi anlamına
gelir. Terim olarak, tekkelerde ayinlerde, bazı dinî ve
resmî törenlerde belli bir makamla okunan dualara denir.
Gülbanklar, yapılacak işin hayırlı, uğurlu olması veya
sağlık, esenlik dileğiyle ve kalıplaşmış bir ifade tarzıyla
Allah'a yalvarıp yakarmayı dile getiren dua metinleridir.
Menâkıbnâme
Menâkıb, kelime olarak öğülecek iş, hareket ve meziyet
anlamına gelir. Terim olarak, din büyüklerinin manevî
hallerini ve durumlarını anlatan rivayetleri ifade eder.
Edebiyatımızda iki çeşit menâkıbnâme yazılmıştır.
Bunlar;
1. Din uğruna savaşanların hayatlarını, maceralarını ve
manevî kuvvetlerini konu edinen destansı eserler.
2. Zühd ve takvasıyla ünlenen velilerden söz eden eserler.
Cenknâmeleri, Hamzanâmeleri, Battalnâmeleri ve bazı
gazavatnâmeleri birinci grubun içerisinde değerlendirmek
mümkündür.
İkinci grup eserler ise, iki çeşittir:
• Biyografik menâkıbnâmeler
• Derleme menâkıbnâmeler