Tasavvufî Ahlâk Teorisi

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
Tasavvufî Ahlâk Teorisi
« : 29 Ocak 2018, 15:39:32 »
Burada tasavvufi ahlâk teorisini “Karakterci Ahlâk Teorileri” başlığı altında
ele almamızın nedeni sufilerin ahlâk tarifinden kaynaklanmaktadır. Sufilerin
çoğu tasavvufu bir hal ve yaşama tarzı olarak tarif ederken ahlâkı “nefiste
yerleşmiş bir meleke” olarak görürler.

Ahlâkın pratik ve manevi yönüne en fazla önem veren düşünce ekolü
tasavvuftur. Kelam ve felsefe ekollerinin tartıştıkları nefs, faziletler ve reziletler,
insanın fiilleri, irade hürriyeti vs. konularında sufiler de pek çok
görüş serdetmekle birlikte onlar bu konuları daha başka bir seviyede
gündeme getirmişlerdir. Mutasavvıflar eserlerinde “kalbin amelleri” denilen
takva, vera, niyet, ihlâs gibi dini-ahlâki erdemlerin önemi üzerinde ısrarla
durmuşlar, hatta bu erdemleri ihmal ettikleri gerekçesiyle fukaha ve
kelamcıları şiddetle eleştirmişlerdir. Hemen bütün sünni mutasavvıflar
tasavvufi hayatta ibadet ve zikir gibi kulluk faaliyetleri kadar ahlâki faaliyet
ve faziletlerin de önemli olduğunu göstermişlerdir.

Tasavvuf ahlâkında insanın ruhu meleğe, nefsi de şeytana benzetilmiştir.
Sufilere göre hem dinin hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin
davranışların kaynağı nefistir. Bu yüzden ahlâki kötülükler ancak riyazet ve
mücahede yoluyla nefsin kötüye meyletmesini engellemek ve onu kötü
huylardan arındırmak suretiyle önlenebilir.

Tasavvufta şeytana benzetilen nefis, nefsin henüz terbiye edilmemiş halidir.
Bu nefse nefs-i emmâre bi’s-sûi (kötülüğü emreden nefis) denilmektedir. Bu
nefis zamanla kendisinden kaynaklanan sorunların farkında varıp, kendi
kendisini eleştirmeye başlarsa yeni bir nitelik ve yeni bir isim alır: nefs-i
levvâme (kendi kendisini eleştiren nefis). Bu eleştiri başarılı olup, insan
iyilikleri yaparak, kötülüklerden uzak durmaya başladıkça, nefis te yeni
mertebeler kazanır (nefs-i mutmaine, nefs-i raziye ve nefs-i marziyye gibi). Bu
mertebeler çeşitli sufiler tarafından beş, yedi ve daha fazla olarak ifade
edilmiştir ki, aradaki farklar daha çok teferruatla alakalıdır.

Hürriyet. Tasavvufta hürriyet, felsefe ve kelamda ele alındığı şekliyle
ahlâkın hareket noktası değil, gayesidir. Tasavvufi ahlâkta nefsin arzu ve
isteklerine karşı verilmesi istenen mücadele insanın hürriyetiyle
ilişkilendirilir. İnsanın ahlâki mükemmelliğe ulaşması ve Allah’a yakınlaşmasını
önleyen bedeni ve dünyevi arzuların kurtulma mücadelesi aynı
zamanda iradeyi hür kılma çabasıdır. İnsanın şuurunu meşgul eden, Allah’tan
başka her şeyin hürriyeti kısıtladığını düşünen bazı büyük sufiler cennet
nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı görmüşlerdir. Asıl hürriyet
kulun üzerinde Allah’tan başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek
hürriyet Allah’a tam kul olmaktır. Tasavvuftaki “fakr” makamı hürriyeti de
ihtiva eder. Zira fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmaması değil, hiçbir şeyin
insana sahip olmamasıdır. Bu bakımdan hürriyet ahlâkın hareket noktası
değil, gayesidir.

İrade, Tasavvuf ahlâkında kelam ve felsefede de olduğu gibi önemli rol
oynamakla birlikte, kullanıldığı bağlam tamamen farklıdır. Burada insan
iradesi tamemen Allah’ın iradesine bağlıdır. Öyle ki sufinin kendi
iradesinden söz etmesi bile tasavvufi ahlâkla bağdaşmaz. Ancak bu iradenin
reddedilmesi ve yok sayılması değil, aksine çok önemsenmesi ile alakalıdır.
Tasavvufta irade, tabir caizse, istememeyi istemek ve istekler karşısında,
onlar üzerinde kolayca tasarrufta bulunma melekesi elde edilinceye kadar,
dikkatli ve uyanık olmak anlamına gelmektedir. İrade her aklına geleni
yapmak değil, aklına gelen ve mümkün olan şeyler konusunda kendisini
bağımsız ve özgür hale getirmek olarak anlaşılmıştır.

Tasavvuftaki tevhid ve tevekkül ilkeleri sufilerin insan fiilleri hakkındaki
yaklaşımlarını da etkilemiştir. Sünni mutasavvıflar bu konuda genellikle ehl-i
sünnet kelamcıların görüşlerini benimsemekle birlikte tevhidi “bütün
yaratılmışların her türlü davranışlarının Allah’tan olduğunu bilmek”
tarzındaki tasavvufi yorum onları bu konuda, en azından zahiren, cebriyeye
yaklaştırır (Çağrıcı, 2006, s. 118-119).

Kısaca özetleyecek olursak: Sünni tasavvuf literatüründe sufiler başlıca
ahlâki erdemleri tamamen geleneksel İslâm ahlâkı ölçüleri içinde sıralarlar.
Muhasebe, murakabe, tövbe, züht, tevazu, sabır, edep, muhabbet, ihlâs,
doğruluk, diğergamlık gibi ahlâki-manevi faziletler tasavvufi ahlâkın
önemsediği erdemlerdir. Tasavvuf ahlâkında mürşit olarak isimlendirilen yol
göstericilerin örnekliği yoluyla ahlâk eğitiminin büyük yeri vardır.

Tasavvuf ahlâkının temel özellikleri olarak şunlar sayılabilir: Nefs
mertebelerine dayalı (nefs-i emmare, levvame, mülheme, mutmaine, raziye,
marzıyye, kâmile) nefs tezkiyesi ve terbiyesine özel önem atfetmek. Özel
riyazet, uzlet vb. teknikler uygulayarak, ahlâki-manevi gelişimi dinamik ve
hiyerarşik bir haller ve makamlar süreci olarak yaşamak. Toplumsal hayata
ve dünyevi nimetlere –bunlara bağımlı olmadan da yaşanabileceğini, dolayısı
ile bunları mutlaklaştırmanın yanlış olduğunu fark edinceye kadar- nispeten
ilgisiz (uzlet, inziva, zühd, hürriyet vb.) kalabilmek, en azından bunların
gönlünde yer etmesine izin vermemeye çalışmak. İnsan hürriyetini daha
ziyade, nefsanî arzu ve içgüdülerin, bunlara dayalı ihtiyaçların baskısından
azade kalabilmek olarak yorumlayıp gerçekleştirmeye çalışmak. Sevgi ve
hoşgörüyü hem ahlâki erdemlerin hem de uhrevi müeyyidelerin başında
görmek (Yaran, 2010, 56).

Ancak geleneksel ahlâk anlayışına aykırı tasavvufi çıkışlar da mevcuttur.
Vahdet-i vücud, sekr, fena, melâmet ve gaybet gibi tasavvuf felsefesinde
büyük ilgi gören kavramlara getirilen bazı aşırı yorumları, din ve ahlâk
ilkeleriyle bağdaştırmak zordur. Bu yorumlar bazı Rafızî-bâtınî hareketler
tarafından benimsenmiştir. Ancak bu yorumları benimseyenler hem sayı hem
de tesir olarak sınırlıdır.