İnanç ve davranış ilişkilerine Kur’an ve Sünnet ışığında bakıldığında dini
emir ve yasaklardan oluşan davranışları inancın doğrudan bir parçası değil,
onunla bağlantılı ama farklı bir olgu olarak görmek mümkündür. Nitekim
Ehl-i sünnet âlimleri iman ve amelin farklı şeyler olduğu iddialarını pek çok
âyet ve hadisten hareketle gramatik olarak delillendirmişlerdir. Bu
görüşlerden bazıları şöyledir:
Kur’an-ı Kerîm’de inanç ve davranışın arası Türkçe’de ‘ve’ anlamına
gelen Arap dilindeki ‘vav’ bağlacıyla birbirinden ayrılmıştır. “İman edenler
ve salih amel işleyenler..” (el-Bakara 2/277) âyetinde önce inanç sonra da
davranış zikredilmiştir. Bundan başka davranışın inançtan başka bir şey
olduğuna dair pek çok âyet vardır (Meselâ bk. Yûnus 10/9; Hûd 11/23; elAnkebût
29/7, 9, 58; Lokmân 31/8; Fâtır 35/7; Fussilet 41/8; eş-Şûrâ 42/22).
Bu âyetlerde davranışlar, inanç üzerine atfedilmiş, yani ilave edilmiş
olduğundan ikisi ayrı olgu olarak ele alınmak durumundadır. Arapça dil
kurallarına göre atfedilen şey kendisi üzerine atıf yapılandan başka bir şeydir.
Eğer davranış, inancın bir parçası olsaydı, önce “iman edenler”, sonra da “iyi
davranışta bulunanlar” denmesine gerek kalmazdı. Kaldı ki âyetlerde geçen
inançtan maksat kalb ile tasdik etmektir. Bu da gösteriyor ki, inanç ile
davranış ayrı ayrı şeylerdir. Elbette inançla davranış arasında sıkı bir irtibat
vardır ama kendi anlamlar dünyasında herbirisi farklı şeylerdir.
Davranışın inançtan bir parça olmadığına delil olan başka âyetler de
vardır. Mesela “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan,
namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan
kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur” (etTevbe
9/18) âyeti ibadet ve davranışları tek tek sayarak inancın üzerine
eklemiştir. Her biri farklı olan namaz kılmak ve zekât vermek gibi
davranışlar inanma üzerine atfedilmiştir. Dolayısıyla burada atfedilenler
arasındaki farklılık daha açık olarak ortaya çıkmaktadır.
Kur’an-ı Kerîm’de yeni bir davranış emredilmeden ya da henüz bir
davranış ortada yokken bile “iman edenler” şeklinde hitap tarzlarına
rastlamak mümkündür. Buna en açık kanıt şu âyettir: “Ey iman edenler! Oruç
sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.
Umulur ki korunursunuz” (el-Bakara 2/183). Burada bir davranış türü olan
oruç inançtan soyutlanmıştır. İnanç ayrı, davranış ayrıdır. Ayrıca şu ayetlerde
de durum bundan farklı değildir: “Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat
edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin” (el-Enfal 8/20, 27; en-Nûr
24/21). Açıkca bu âyetlerde “ey iman edenler” diye seslenilmiş, sonra da
mü’minlerin uymaları gereken emir ve yasaklar zikredilmiştir. Bu ifadede
olumlu ve olumsuz olan davranışların inanç gerçekliğinden ayrı olduğu
açıkça ortadadır.
Kur’an-ı Kerîm’de geçen bazı âyetlerde büyük günah inançla birlikte
zikredilmiştir. Şu âyet buna çok güzel bir örnek teşkil eder: “Eğer
müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri
ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla
savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli
davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever” (el-Hucurât 49/9). Bu
âyette büyük günah olan öldürme fiilini işleyenlerden “mü’minler” diye
bahsedilmiştir.
Eğer davranışlar inançtan bir parça olsaydı iyi davranışı
olmayanın inancı da olmaması gerekirdi. Ama âyetten anladığımız kadarıyla
mü’minlerden iki grubun birbiriyle vuruşması büyük günah olmasına rağmen
yine de Yüce Allah onlardan “mü’minler/iman edenler” vasfını kaldırmamıştır.
Bu durum da inanç ve davranışın ilişkili olsalar da ayrı ayrı olgular
sayıldığını göstermektedir.
Öte yandan mütevatir hadisle büyük günahların bağışlanma ihtimalinin
bulunduğu bilinmektedir. Hz. Peygamberden gelen birçok rivayette de
“Allah’tan başka ilah yoktur, diyen kimselerin cennete girecekleri (Buharî
“Bed’ü’l-halk” 6; “İman” 33) ifade edilmiştir. Büyük günah bağışlanınca
küçük günahın bağışlanma ihtimali daha yüksektir. Dolayısıyla günahları ne
kadar büyük olursa olsun, helal olduğuna inanmadıkça hiçbir müslüman
işlediği herhangi bir günah sebebiyle inançsız sayılamaz. Bütün bunlar iman
ile amelin temelde ayrı olduğunu göstermektedir.
Elbette inancın olgunlaşması için tasdik ve ikrar yeterli değildir. İman
ışığının hiç sönmeyerek daima parlaması ve bu parlaklığın her an bir kat daha
artarak bütün muhitini aydınlatması için ibadet ve güzel davranışlarla takviye
edilmesi gerekir. Çünkü insan ibadet ve yararlı davranışlarda bulunmazsa
kalben onlara olan bağlılığı da yavaş yavaş zayıflamaya ve sönmeye başlar.
Bundan dolayı bazı âlimler imanın sonuçları olan söz ve davranışları “mecâzi
iman” bağlamında ele alarak imanın artma ve eksilmesini Allah’a itaat ve
isyanla temellendirmişlerdir.
Sonuç olarak inançla iyi ve yararlı davranışlar birbirini besler ve
destekler. Kur’an-ı Kerîm’de doğru yolu bulanların doğruluklarının artması,
sürdürülür iyi davranışlara bağlanmıştır: “Allah doğruya erenlerin hidayetini
artırır. Kalıcı salih ameller Rabbinin katında sevap bakımından da daha
hayırlıdır, sonuç itibariyle de” (Meryem 19/76). Bir kimse İslam’ın bütün
eseslarına iman ettiği halde tembelliğinden, heva ve nefsanî arzularının
ihtiraslarından dolayı iyi davranışları terk ederse inanç dairesinin dışına
çıkmaz, ama günahkâr bir insan oluşundan dolayı cehennem azabına
uğratılabilir.
Ancak bir âyette “Şüphe yok ki ben, tövbe edip inanan ve salih
ameller işleyen, sonra da doğru yol üzere devam eden kimse için son derece
affediciyim” (Taha 20/82) buyrularak tövbe ve pişmanlık yolu açık
tutulmuştur. Dolayısıyla gerekli duyarlılık gösterildiği takdirde Yüce Allah’ın
yardımı ve ilahi lutfu kurtuluşun temel dayanak noktaları olacaktır (el-A‘râf
7/43).