Aidiyet ve mensubiyet biz kimiz? sorusunu cevaplar.
"Mensubiyet merbutiyettir. (bağlılıktır)"
Aidiyet-Mensubiyet; Lügat manasıyla ait olma hali, alâkalı olmak, içinde bulunmak, geçmişi ve geleceği olan bir davaya bağlanmakır.
Tasavvuftaki manası itibarıyla da bir tarikata bağlı ve mürşidi kâmile râbıtalı olmaktır.
Yani kişinin manevi kimlik kartına sahip olmasıdır.
Aidiyet duygusunun olmaması hali, eskilerin ifadesiyle serserilik, bugünkü deyimle başıboşluk olarak nitelenen haldir.
Bu halde olan fertler için birlikte olmak veya birlik olmak söz konusu değildir.
Çünkü o, hiçbir kişiyle, şeyle veya yerle bağı olmayan, halk deyimi ile nerde akşam orada sabah diyen bir tiptir.
Bu kişi için mahallenin sakini, şehrin hemşehrisi veya ülkenin vatandaşı olmak bir anlam ifade etmemektedir.
Çünkü aile bağı yoktur ve bunun diğer aidiyetlere tahavvülü ve onları desteklemesi söz konusu değildir.
İnsan fıtrat itibari ile kıymet gördüğü yere kendiisini ait hisseder.
İnsanın bir davaya aidiyet hissedebilmesi için o davayı çok iyi bilmesi ve tanıması ve sevmesi gerekir.
Bu sebeple insan bir dine, gruba, ülkeye bir takıma, kısaca hak veya batıl bir çok şeye tabi ve mensup olabilir.
Hz. Allah (c.c.) bu aididiyetlerin bazılarından razı olmuş. Bazılarını rızasına muğayir görmüştür.
“Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar.” (Keşful Hafa c:2 shf:147)
Mensubiyeti belirleyen ölçü, aidiyetin Hazreti Allah'ın emrine muvafık olmasıdır.
Çok şükür ki bizler, Hz Allah'ın razı olduğu islam dininin mensuplarıyız.
Hac suresi 78. ayette, değiştirilme olasılığı bulunmayan bu kimliğimiz, yüce Allah tarafından şöyle tespit edilmiştir:
“O Allah, bundan önceki kitaplarda da, bu Kur’ân’da da size Müslümanlar adını verdi ki,
peygamber size şahit ve örnek olsun, siz de insanlara, şahit ve güzel örnek olasınız.” (Hac, 22/78)
Bizi üstün kılan en büyük deeğer, mensup olduğumuz İslamiyet'tir.
Resullah efendimiz (s.a.v.) ve Eshabının yoludur.
Kuran-ı kerim'e hizmeti esas alan Hazreti Üstazımızın(k.s.) davasıdır.
Değerli kardeşlerim,
Bilal-i Habeş'i (r.a.) mülüman olduğu anlaşılında bir çok eziyet görmüştür.
Buna rağmen gögsüne kaya koyduklarında bile "Ehadü! Ehadü!" (Allah birdir, Allah birdir) diyerek
İslam dinine bağlılığını aidiyetini mensubiyetini ifade etmiştir.
"Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne)."
Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve: «Ben gerçekten müslümanlardanım» diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?
(Fussilet 33. Ayet)
Kıymetli kardeşlerim!
Mensup olduğumuz dava, Ehl-i sünnet-i esas alan İmam-ı Rabbani(k.s.) yoludur.
Bazı insanlar batıl davası uğruna, olumsuz fiziki şartlarda mücadele etmekle, hapse girmekte ve hatta canlarını verebilmektedir.
Peki biz hak davamız uğruna yurtta, evde, okulda ve hayatımızın her safhasında üzerimize düşen vazifeleri ne kadar yapabiliyoruz?
Kardeşlerim Cenab-ı Allah aidiyeti ve mensubiyetin ölçüsünü ayet-i kerimde şöyle buyumaktadır.
Nuh tufanı olduğunda Nuh (a.s.)'ın müşrik oğlu, gemiye binmeyi reddettti.
Ve oğlunun dalgalarla boğuştuğunu gören Hz Nuh(a.s.):
"Ya Rabbi! Oğlum benim ailemdendir. Onu kurtar " (Hud Suresi:45.ayet)
Diye dua edince . Cenab-ı Hak Nuh(a.s.)'a hitaben:
"Ey Nuh! Muhakkak ki o, senin ailenden değildir. Muhakkak ki, onun yaptığı salih olmayan bir ameldir."(Hud - 46)
Buyurarak onu ikaz etmiştir.
Bu hadiseden bize çıkan hisse:
Hzareti Allah'ın emrine muafık olmayan aidiyetin, akraba bağı olsa bile makbul olmayacağıdır.
Peygamber efendimiz'e (s.a.v.) dayanan yolumuz da Nuh'un (a.s.) gemisi gibidir.
Mensuplarını ebedi kurtuluşa götürecek olan bu davanın dışında kâr ve keramet aramak akıl kârı değildir.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) :
"Ben-i İsrail 71 fırkaya ayrıldı. Muhakka benim ümmetimde 73 fırkaya ayrılacaktır.
Biri müstesna. (Fırkay-ı Naciye) Bu fırkaların hepsi cehennem gidecektir."
- Ya ResulAllah, O bir fırka kimlerdir" diye sorulunca.
Benim ve ashabımın yolu üzerine olanlardır. (Ehl-i sünnet vel'cemaat)"Buyurmuşlardır.
(Ebu Davud, Sünnet, 1; Tirmizî, İman,18; İbn Mace,Fiten, 17; İbn Hanbel, 2/332).
(Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak sevinmektedir.) [Müminun 53, Rum 32]
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
Peygamber efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da söylemesine lüzum olmadığı hâlde,
bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir.
Eshab-ı kiramın yolunda giden, elbette Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır.
Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri yanlış anladıklarından dolayı 72 sapık mezhep çıkmış, çokları da küfre girmiştir.
Âyet ve hadis bir deryadır. Yüzme bilmeyen kimseyi okyanusun ortasına atsalar, anında boğulur.
Yüzmeyi iyi bilenin de, çok uzaktaki sahile yüzerek çıkması çok zordur.
Çok geçmeden yorulur, yüzemez. Balıklara, deniz hayvanlarına yem olur.
Denize düşen bir kere ölür. Kur’andan, din öğrenmeye kalkan ise, sonsuz ölüme mahkûm olur.
Bugün herkesin dört mezhepten birine uyması şarttır.
Bu da yetmez, çünkü piyasada binlerce farklı kitap var. Bunları okuyanın kafası karışır, hangisinin doğru olduğunu anlayamaz.
Mezhebinin hükmünü iyi bilen bir âlime veya onun kitaplarına tâbi olması, bir Allah adamını tanıması lazımdır.
Allah adamını tanıyanlarla görüşmesi, kötü insanlardan uzak durması gerekir.
Ancak Allahü teâlânın sevgili kullarına kavuşan, imanını kurtarır.
Çünkü bu büyükler, karanlık gecede parlayan dolunay gibidir.
Bir insanın gözü çok sağlam olsa da, ışık olmadıkça karanlıkta göremez.
Allah adamları, karanlıkta aydınlatan ışık kaynaklarıdır. Her biri gökteki yıldızlar gibidir.
Değerli kardeşlerim!
Hazreti Üstazımız (k.s.):
"Ya Ma'şar-el İslam, Hel tezünnüne yüftera ve yükzebü ala ashabi rasulillehi sallalahu aleyhi ve sellem ve nahnü ehyaün"
Yani: "Ey islam cemaatı, biz hayatta olduğumuz müddetçe Rasülüllah (s.a.v)'in ashabına iftira atılabileceğini ve yalan isnad edilebileceğini mi zannediyorsunuz? Böyle bir zanna kapılmayınız çünkü biz hayattayız. "
Buyurarak bu varlığımızın gayesini ve mensubiyetimizin icabını ifade etmişleridr.
Dünyanın her tarafına yayılan hizmetlerimizin gayesi nedir ve nereye dayanır?
Bu husuta Hazretimiz şöyle buyurmaktadır:
"İmam-ı Rabbani yolundayız. Onun evlatlarıyız. Mesleğimiz ehl-i sünnet yolu ve onu ihyadır."
İmam-ı Rabbani hazretleri ne buyuruyor: (Mektubat C.1 S:104)
"Bu büyüklerin yolu bi aynihi Ashabı Kiramın yoludur."
Muhterem büyüğümüz buyuruyor ki:
"Bizim yolumuz köklü bir ağaç gibidir ve tatlı meyve verir. Başkalarıda hizmet ediyor.
Okutanları, imkanları, paraları ve pullarıda var.
Ancak kök sağlam olmadığı için yani maneviyat olmadığı için meyve vermiyor. Meyve versede acı oluyor."
Rabıta-i şerifin, mensubiyet ve aidiyetin insanlara en çok lazım olacağı anlardan biride şüphesiz ki kişinin son nefesidir.
Hz. Üstazımızın talebelerinden İzzet Tekelioğlu anlatıyor:
Ziyaret hanede bulunuyodum. Hazretimiz bir anda ayağa kalkıp yüksek sesle kelime-i kelime-i tevhid okudular.
Okurkende mübarek göz pınarlarından boncuk boncuk yaşlar mübarek sakalına süzülmeye başladı.
Orada bulunanlardan bir tanesi:
"Efendi hazretleri çok müteessir oldunuz. Üzüntünüze bizde ortak olalım." deyince:
"Setretmek (örtmek) istedim ama olmadı. Evlatlarımızdan Kâmil Torun vefat etti.
Ona kelime-i tevhid telkininde bulundum." Buyurdular.
Devamla:
"Hz. Allah bu aciz kuluna dünyanın neresinde olursa olsun, bütün evlatlarımın sekeratül mevt halinde yanı başlarında bulunup imanlarını korumak için Kelime-i Tevhid telkin etme imkanı bahşetti.
Evlatlarımız ile hiç meşgul olmasak bile son nefeslerinde iman ile gitmelerine yardımcı oluruz."
Gerçektende o sırada Konya'da bulunan Kamil Torun kardeşimiz vefat etmişti.
Peygamber Efendimiz'in Mute Savaşının Durumunu Anlatması
Müslümanlar Mute'de savaşırken Medine-i Münevvere'de bulunan Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) savaş meydanında gelişen olayları nübüvvet dürbünü ile seyrediyor ve ashabına aynen naklediyordu.
Hz. Enes bin Malik (r.a), bu olayı şöyle anlatıyor:
Mute savaşı esnasında cepheden henüz haberler gelmeden Kâinatın Efendisi (s.a.v), Hz. Zeyd'in, Hz. Cafer ve Hz. Abdullah'ın şehâdet haberlerini şöyle bildirmişti:
"Zeyd (Zeyd bin Harise) sancağı aldı, şehit düştükten sonra sancak Cafer'e (Cafer bin Ebu Talib) geçti ve onun şehâdetinden sonra, sancağı Abdullah bin Revana aldı.
Abdullah gözlerinden yaşlar aktığı halde şehit edildi. Bu defa sancağı Allah'ın kılıcı (Halid bin Velid) aldı.
Allah onların üzerinden yol açıncaya kadar çarpıştılar".
Allah her şeye kadir değil mi?
Maşite hatunun imanı (Kıssa)
Firavunun hazine işleriyle görevli bir veziri, bunun da Maşite adında bir hanımı vardı. Firavunun kızının dadılığını yapıyordu. Kendisi Musa aleyhisselamın dinine inandığı halde imanını gizliyor, ibadetlerini de gizli yapıyordu.
Maşite hatun bir gün hamamda Firavunun kızının saçını tararken, tarak yere düştü. Tarağı yerden gayri ihtiyari besmele çekerek aldı. Firavunun kızı bu söze kızarak dedi ki:
-Ey dadı! Bu nasıl sözdür. Benim babamdan başka tanrı mı vardır? Babamın adını değil de, bir başkasının adını nasıl söylersin?
-Evet yavrum Allah vardır. Hem yeri, göğü ve içindekileri yoktan var eden, seni beni, babanı ve bütün varlıkları yaratan bir Allah vardır.
Firavunun kızı bu sözlere daha da kızarak dedi ki:
-Seni babama şikayet edeceğim. Hak ettiğin cezaya çarptırılacaksın.
Durumu babasına söyledi. Firavun Maşite hatuna dedi ki:
- Sen benden başka bir tanrıya inanıyormuşsun. Söyle, benden başka yer yüzünde tanrı var mıdır?
- Ey Firavun sen de biliyorsun ki sen ilâh değil, âciz bir kulsun. Seni de yaratan Allah'tır. Sen fânisin, yok olacaksın. Fakat Allah ebedidir. Fâni değildir. Musa aleyhisselam da Onun Peygamberidir.
Bu sözlere çok kızan Firavun onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek başkalarına da bir ders olmasını istedi. Önce tırnaklarını çektirdi. Saçından tavana asıldı. Kamçılarla vücudundan kan çıkıncaya kadar kırbaçlandı. Bunlara rağmen dininden dönmeyince, Firavunun kini günden güne fazlalaşıyordu. Maşite hatunu bir ağaca bağlattı. Biri 5 yaşında, diğeri de 5 aylık olan iki kız çocuğundan büyüğünü karşısına getirerek şöyle söyledi:
-Ey Maşite, beni tanrı olarak kabul edersen seni serbest bırakacağım.
Maşite, yavrusunun acıklı hâline, bir de Firavunun hâline baktı. Sonra dedi ki:
- Ben ancak bir olan Allah'a inanıyorum.
Firavun eline geçirdiği bıçakla 5 yaşındaki yavrunun gırtlağını annesinin gözü önünde kesti. Kanını da Maşite'nin ağzına yüzüne sürdürdü. Sonra tekrar hiddetlenerek şöyle sordu:
- Söyle, benden başka tanrı var mıdır?
- Allah birdir, Allah'tan başka ilâh yoktur.
Bu sefer Firavun 5 aylık kundaktaki yavruyu getirmelerini istedi. Getirilen yavruyu annesine yaklaştırdıklarında saatlerdir süt emmeyen yavru, meme aramaya başladı.
Maşite hatun önceki yavrusunun uğratıldığı akıbetini düşündü. İkinci yavrusunun da hunharca kesilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı, kararını verdi. Firavuna Rabbim sensin diyecek, fakat kalben inanmayacaktı. Tam ''Rabbim sensin'' diyeceği sırada küçük yavru dile gelerek dedi ki:
- Hayır anne, hayır! sabreyle! Rabbim sensin deme! İmanından asla dönme. Firavuna inanma! Benim için, ablam için, senin için, Allah'ın Cennette hazırlamış olduğu makamı görüyorum. O makamı, etrafında sana hizmet etmek için pervane gibi dönen hurileri de görüyorum.
Firavun ve orada hazır olanlar bu sözü duydular. Tevbe edeceklerine daha da hiddetlenen Firavun, 5 aylık yavruyu da hemen boğazlattı. Fakat Maşite hatun ağlamıyor, gülüyordu. Kızının gördüklerini artık o da görüyordu. Ölümünün bir an evvel gelmesini arzuluyordu. Firavun, kocasıyla beraber Maşite hatunu ve yavrusunu kaynar kazanın içine attı. Fakat kini hâlâ yatışmamıştı.
Maşite Hatun'un dinine bağlılığını aidiyetini mensubiyetini görüyor musunuz?
"Va’bud rabbeke hattâ ye’tiyekel yakîn(yakînu)." (Hicr, 15/99)
“Yakin (ölüm) sana gelinceye kadar, Rabbine kulluk et!”
Ayet-i celile’nin sunduğu mesaj, rahatlık ve zorluk zamanlarında, durum ne olursa olsun,
kulluğu sekteye uğratmamak gerektiğidir.
Hz. Ömer'in (r.a.) kölesiyle Yolculuğu
Hz. Ömer (r.a.) kölesiyle beraber Şam’a giderken yolda deveye nöbetleşe binmişlerdi. Hz. Ömer (r.a.) deveye biner, kölesi devenin yularını tutar ve bir fersah kadar yürürdü. Sonra Hz. Ömer iner, kölesi biner, Hz. Ömer devenin yularını tutar ve bir fersah kadar yürürdü.
Şam’a yaklaştıklarında binme sırası kölesinde idi. Köle, devenin üzerinde, Hz. Ömer de (r.a.) yularını tutmuş gidiyorlardı. Yolda karşılarına su çıktı. Hz. Ömer, ayakkabısı sol koltuğunun altında, devenin yuları da elinde suya girdi. Halifeyi karşılamaya çıkan Şâm emîri Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.) bu hâli görünce;
‘Ey mü’minlerin emîri, Şam’ın ileri gelenleri seni karşılamaya çıkacaklar, seni bu hâlde görmeleri iyi olmaz.’ dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.)
“Muhakkak Allâhü Teâlâ bizi İslâm ile azîz kıldı. Biz insanların sözlerine itibar etmeyiz.” buyurdu.
Kıymetli Kardeşlerim!
Bizler de hayatımızda aidiyyet olduğumuz davanın icabını yaşadığımız takdirde islamiyetin hakkıyla tanıtılması hususunda hangi fırsatları yakalayabiliriz?
İnandığım bir sözü paylaşarak sohbetimi sonlandırmak isterim.
" Bir şey yapmak isteyen hep bir yolunu bulacaktır, bir şey yapmak istemeyen de hep bir bahane bulacaktır."